himen
Tanınmış Üye
- Katılım
- 11 Şubat 2013
- Mesajlar
- 1.559
- Tepki puanı
- 51
- Puanları
- 98
- Yaş
- 41
- Tuttuğu Takım
- GALATASARAY
CUMHURİYET DÖNEMİ NÜFUS POLİTİKASI
Cumhuriyet, ulus devlet temelinde, yepyeni bir siyasal model olarak ortaya çıktı. Bu siyasal modelin, Türkiye tarihi açısından bakıldığında, yeni ve farklı bir ideolojik bakış açısı getirdiği söylenebilir. Toplumsal, siyasal, kültürel ve ekonomik konulara rahatça giydirilen ulusçuluk gömleği, bir anlamda, nüfus sorunlarında da kendisini göstermiştir. Nüfusun niteliğini ve artış eğilimlerinin yönünü, toplumsal koşulların yanı sıra, bu genel yaklaşımın belirlediği açıktır. Başlangıcından günümüze, değişiklikler ve ciddi anlamda kırılmalar gösteren nüfus politikasının, bir bütünlük gösterdiği söylenemez. Toplumsal ve ekonomik koşullar değiştikçe, nüfusun yapısına, niteliğine ve niceliğine dönük tanılar ve müdahelelerde de önemli değişiklikler kendisini göstermiştir; bu farklılaşan yaklaşımlar, doğal olarak nüfus planlamalarına yansımıştır. Aslında bu süreci, kimi ufak farklılıklar pek dikkate alınmazsa, iki aşamalı bir süreç olarak yorumlamak olanaklıdır.
Cumhuriyetin kuruluşundan 1960’lı yıllara kadar uzanan nüfus politikasının genel eğilimi, nüfusu artırmaya dönük bir nitelik gösterir. Siyasal yapıda tek parti egemenliği vardır; ulusçuluk kimliği gittikçe berkitilmektedir; toplumsal ve ekonomik yapıda, hala kol gücü önemini korumaktadır; uluslar arası ilişkilerde, nüfusun büyüklüğü, temel bir politik tercih nedeni olarak kendini gösterebilmektedir. Bu yaklaşım, nüfusta belli bir doyum düzeyine ulaştıktan sonra, Türkiye’nin kentleşmesi, sanayileşmesi ve demokrasi kültürünün –öyle ya da böyle- yükselmesiyle birlikte, ciddi anlamda değişmiştir. Aslında bu değişiklik, Türkiye’ye özgü bir değişiklik değil, dünyada, gelişmiş ve gelişmekte olan ülkelerin hemen hemen tümünde kendini gösteren bir değişikliktir.
Çeşitli tartışmalara konu olmakla birlikte, çok partili demokratik düzene geçiş çabalarına koşut olarak, bu tarihten sonra izlenen genel siyasanın temelinde, nüfusu sabitleme ve nüfus artışını belli bir düzeyde tutma eğilimi kendini göstermiştir[1]. Cumhuriyetin ilk yıllarında, çıkarılan yasalarda, hükümet icraatlarında ve genel siyasada, nüfusu artırmaya dönük bir tutum kendini gösterirken; 1960’lı yıllardan sonra, bu yaklaşım yavaş yavaş terkedilmiştir. Uygulanan beş yıllık kalkınma planlarında, zaman içinde, nüfus ve aile planlamaları gibi deyimler görülmüş, bir süre sonra, bu yaklaşım, daha da güçlenerek, genel bir tercih nedeni ve güçlü bir siyaset unsuru olarak algılanmıştır. Bu süreçte sorun Ana-Çocuk Sağlığı programını destekleyen bir sağlık hizmeti olarak düşünülmüş ve algılanmıştır[2]. Öyle ki hızlı nüfus artışı, öncelikli olarak çözülmesi gereken siyasal sorunlar arasında yer almış, nüfusun kontrolü de, demokratikleşme sürecine paralel olarak, çağdaş bir birey ve aile modelinin ciddi bir parçası olarak görülmeye başlamıştır. Bir anlamda, cumhuriyetin ilk yıllarında, kalkınma modelinin bir parçası olarak görülen geniş aile modeli ve çok nüfuslu toplum olgusu, tarım toplumundan, çağdaş bir sanayi ve giderek de bir bilgi toplumu olma süreçlerinde, gelişmenin ve modernleşmenin önünde bir olgu olarak algılanmış, planlamalarda, bu genel yaklaşıma ağırlık verilmiştir.
Bu genel yaklaşımın yansımalarını, cumhuriyetin ilk yıllarından bu yana çıkarılan yasalarda ve uygulamalarda görmek olanaklıdır. Hatta, nüfusun niteliğini ve niceliğini belirleme öncelikleri arasında, önemli bir dönüm noktası olarak algılanabilecek 1934 İskan Yasası’nda görüldüğü gibi, bu yaklaşımlarda ideolojik önyargılar bile rol oynamıştır. Sözkonusu yasa, güvenlik kaygılarının yansımalarını kendi içinde barındıran bir nitelik göstermesinin yanında, özellikle yurtdışından Türkiye’ye yönelik göçlerin niteliğini belirleyen kriterleriyle, neredeyse Türkçü bir kimlik bile kazanmıştır.
İktisat Tarihçisi Vedat Eldem, Osmanlı döneminin bazı resmi nüfus verilerinden hareketle, Osmanlı İmparatorluğunun şimdiki Türkiye Cumhuriyeti sınırları dahilinde kalan nüfusunu hesaplamaya çalışmıştır. Buna göre, Birinci Dünya Savaşı, Türk-Yunan Savaşı ve mübadele olaylarıyla birlikte, Türkiye sınırları içinde yaşayan nüfus, savaş öncesi duruma göre, iki milyon kadar azalmıştır. Bu bakımdan verdiği rakamlar daha ince demografik teknikler kullanan Shorter’in1923 tahmini ile de uyum içindedir[3].
Cumhuriyet, ulus devlet temelinde, yepyeni bir siyasal model olarak ortaya çıktı. Bu siyasal modelin, Türkiye tarihi açısından bakıldığında, yeni ve farklı bir ideolojik bakış açısı getirdiği söylenebilir. Toplumsal, siyasal, kültürel ve ekonomik konulara rahatça giydirilen ulusçuluk gömleği, bir anlamda, nüfus sorunlarında da kendisini göstermiştir. Nüfusun niteliğini ve artış eğilimlerinin yönünü, toplumsal koşulların yanı sıra, bu genel yaklaşımın belirlediği açıktır. Başlangıcından günümüze, değişiklikler ve ciddi anlamda kırılmalar gösteren nüfus politikasının, bir bütünlük gösterdiği söylenemez. Toplumsal ve ekonomik koşullar değiştikçe, nüfusun yapısına, niteliğine ve niceliğine dönük tanılar ve müdahelelerde de önemli değişiklikler kendisini göstermiştir; bu farklılaşan yaklaşımlar, doğal olarak nüfus planlamalarına yansımıştır. Aslında bu süreci, kimi ufak farklılıklar pek dikkate alınmazsa, iki aşamalı bir süreç olarak yorumlamak olanaklıdır.
Cumhuriyetin kuruluşundan 1960’lı yıllara kadar uzanan nüfus politikasının genel eğilimi, nüfusu artırmaya dönük bir nitelik gösterir. Siyasal yapıda tek parti egemenliği vardır; ulusçuluk kimliği gittikçe berkitilmektedir; toplumsal ve ekonomik yapıda, hala kol gücü önemini korumaktadır; uluslar arası ilişkilerde, nüfusun büyüklüğü, temel bir politik tercih nedeni olarak kendini gösterebilmektedir. Bu yaklaşım, nüfusta belli bir doyum düzeyine ulaştıktan sonra, Türkiye’nin kentleşmesi, sanayileşmesi ve demokrasi kültürünün –öyle ya da böyle- yükselmesiyle birlikte, ciddi anlamda değişmiştir. Aslında bu değişiklik, Türkiye’ye özgü bir değişiklik değil, dünyada, gelişmiş ve gelişmekte olan ülkelerin hemen hemen tümünde kendini gösteren bir değişikliktir.
Çeşitli tartışmalara konu olmakla birlikte, çok partili demokratik düzene geçiş çabalarına koşut olarak, bu tarihten sonra izlenen genel siyasanın temelinde, nüfusu sabitleme ve nüfus artışını belli bir düzeyde tutma eğilimi kendini göstermiştir[1]. Cumhuriyetin ilk yıllarında, çıkarılan yasalarda, hükümet icraatlarında ve genel siyasada, nüfusu artırmaya dönük bir tutum kendini gösterirken; 1960’lı yıllardan sonra, bu yaklaşım yavaş yavaş terkedilmiştir. Uygulanan beş yıllık kalkınma planlarında, zaman içinde, nüfus ve aile planlamaları gibi deyimler görülmüş, bir süre sonra, bu yaklaşım, daha da güçlenerek, genel bir tercih nedeni ve güçlü bir siyaset unsuru olarak algılanmıştır. Bu süreçte sorun Ana-Çocuk Sağlığı programını destekleyen bir sağlık hizmeti olarak düşünülmüş ve algılanmıştır[2]. Öyle ki hızlı nüfus artışı, öncelikli olarak çözülmesi gereken siyasal sorunlar arasında yer almış, nüfusun kontrolü de, demokratikleşme sürecine paralel olarak, çağdaş bir birey ve aile modelinin ciddi bir parçası olarak görülmeye başlamıştır. Bir anlamda, cumhuriyetin ilk yıllarında, kalkınma modelinin bir parçası olarak görülen geniş aile modeli ve çok nüfuslu toplum olgusu, tarım toplumundan, çağdaş bir sanayi ve giderek de bir bilgi toplumu olma süreçlerinde, gelişmenin ve modernleşmenin önünde bir olgu olarak algılanmış, planlamalarda, bu genel yaklaşıma ağırlık verilmiştir.
Bu genel yaklaşımın yansımalarını, cumhuriyetin ilk yıllarından bu yana çıkarılan yasalarda ve uygulamalarda görmek olanaklıdır. Hatta, nüfusun niteliğini ve niceliğini belirleme öncelikleri arasında, önemli bir dönüm noktası olarak algılanabilecek 1934 İskan Yasası’nda görüldüğü gibi, bu yaklaşımlarda ideolojik önyargılar bile rol oynamıştır. Sözkonusu yasa, güvenlik kaygılarının yansımalarını kendi içinde barındıran bir nitelik göstermesinin yanında, özellikle yurtdışından Türkiye’ye yönelik göçlerin niteliğini belirleyen kriterleriyle, neredeyse Türkçü bir kimlik bile kazanmıştır.
İktisat Tarihçisi Vedat Eldem, Osmanlı döneminin bazı resmi nüfus verilerinden hareketle, Osmanlı İmparatorluğunun şimdiki Türkiye Cumhuriyeti sınırları dahilinde kalan nüfusunu hesaplamaya çalışmıştır. Buna göre, Birinci Dünya Savaşı, Türk-Yunan Savaşı ve mübadele olaylarıyla birlikte, Türkiye sınırları içinde yaşayan nüfus, savaş öncesi duruma göre, iki milyon kadar azalmıştır. Bu bakımdan verdiği rakamlar daha ince demografik teknikler kullanan Shorter’in1923 tahmini ile de uyum içindedir[3].