Felsefe Sözlüğü

mine

Demirbaşlardan
Katılım
5 Mayıs 2008
Mesajlar
1.902
Tepki puanı
106
Puanları
113
Yaş
39
Bulunduğu Yer
ankara
Tuttuğu Takım
GALATASARAY
Felsefe Sözlüğü

Açık toplum: Çağdaş İngiliz bilim ve siyaset felsefecisi Karl Popper’la ünlü Fransız yaşam filozofu ve metafizikçisi Henri Bergson’un Özgür, demokratik, açık sözlü ve sivil topluma verdiği ad.

Popper’a göre, açık toplum, tüm üyelerinin yönetime etkin bir biçimde katılabildikleri, iktidarı elinde tutanları ve hükümet politikalarını gereği gibi ve etkin bir biçimde eleştirebildikleri toplumdur. Politikalar her ne kadar birkaç kişi tarafından oluşturulsa da, hemen herkesin bu politikaları eleştirip. yargılayabilecek durumda olduğunu savunan Popper, açık toplum görüşü uyarınca, eleştiriye yer vermeyen her tür totaliter ve baskıcı öğretiye, bireylerin yeteneklerine göre gelişebilmelerine ve yükselebilmelerine izin vermeyen, tek sesli toplumsa1-siyasal düzenlerin kapalı hiyerarşilerine, eğitimde beyin yıkama ve koşullamaya, insan toplumunun geleceğini birtakım model ve yasalara göre önceden belirlemeye çalışan tarihsel görüşlere şiddetle karşı çıkmıştır.

Popper’da, normal değişme süreçlerine yabancı olan kapalı toplumun karşısında yer alan ve etkinliğe, yaratıcılığa dayanan gelişme doğrultusu önceden kestirilemeyen liberal ve demokratik bir toplum modeli olarak tanımlanan açık toplum, tarihi iki toplum tipi ya da türü arasındaki bir mücadele olarak gören Bergson’da da, Özgür, yaratıcı, reformcu ve yenilikçilere yer ve yüksek bir değer veren dinamik toplum diye tarif edilir. Kapalı toplum ise, Bergson’da dar görüşlü, yerleşik örf ve adetlerin hakim olduğu, özgür olmayan, statik ve muhafazakar bir toplumdur. Ona göre, açık toplumun üyelerinin ahlâki bir evrenselciliğe yürekten yazıldıkları yerde, kapalı toplumun üyeleri kabile kültürü ve ilişkilerini, mutlak bir vatanseverliği benimserler.


Adalet: Bir toplumda, değerlerin, ilkelerin, ideallerin, erdemlerin cisimleşmiş, somutlaşmış, hayata geçirilmiş olması durumu. Herkesin hak ettiği ödül ya da cezayla karşılaşması hali.

Adalet en yüce, nesnel ve mutlak bir değerin anlatımı olarak, insanın davranışını ahlâki açıdan inceleyen ve eleştiren bir düşünce, hakka ve doğruluğa saygıyı temele alan ahlâk ilkesi, doğruluk, dürüstlük, tarafsızlık, uygun ve doğru muamele biçiminde karşımıza çıkar. Bu çerçeve içinde, adalet bir kimsenin haklarıyla başkalarının (toplumun, halkın, hükümetin ya da bireylerin) hakları arasında bir uyumun bulunması hali, hak ve hukuka uygun olma durumu, devletin farklı, hatta karşıt çıkarları olan insanlar arasında hakka uygun bir denge oluşturması durumu olarak anlaşılır.

Adalet kavramı, hem 1 bireysel ve hem de 2 toplumsal bir düzlemde ele alınabilir. Buna göre, birinci anlamda adalet, bireylerin bir özelliği olarak adil olma veya adil davranmayı ifade eder. Bu bağlamda adalet, insanların vicdanlarında yer etmiş bulunan, ondan kaynaklanan nesnel bir değer olmak durumundadır. İster toplumsal, ister ekonomik olsun, nesnel bir durumun değil de, bireysel bir eylemin özelliği olarak ortaya çıkan adalet, usulî adalet veya kural adaleti olarak bilinir.

Burada adalet, bir toplumun veya durumun özelliği olarak görülmediği için, yalnızca bireylerin eylemleri adil eylemler olarak görülebilir. Buna göre, bir eylem, başkalarının haklarını etkilediği durumlarda, ancak ve ancak bu haklara saygı göstermek suretiyle gerçekleştirildiği takdirde, adildir. Başka bir deyişle, eylemler mülkiyet haklarını koruyan ve sözleşmelerin yapılmasında sahtekarlık ve güç kullanımını yasaklayan genel kurallarla uyumlu iseler, adildirler.

Nitekim, görüşleri bu yaklaşım içine dahil edilebilecek olan çağdaş düşünürlerden F. A. Hayek’e göre, bireysel eylemlere uygulanabilecek bir terim olan adalet, somut sonuçlarla değil de, eylemlere rehberlik eden kurallarla ilişkilidir. Bir eylemin adil olup olmadığı, o eylemin etkilediği taraflara sağladığı somut sonuçlara değil de, eylemin belirli kurallara uyarak yapılıp yapılmadığına bakmak suretiyle belirlenir. Hayek’in söz konusu davranış kurallarına verdiği ad, adil davranış kurallarıdır. Bu kurallar soyut ve genel olup, belirli kişilere karşı baştan olumlu veya olumsuz bir tavır takınmaz. Adil davranış kurallarının belli başlıları ise, özel mülkiyete saygı, mülkiyetin rıza ile el değiştirmesi, sözleşmelere uyulması, hile ve zora başvurulmaması gibi olumsuz kurallardır. İşte bu kurallara riayet eden eylemler, Hayek’e göre, kim için ve nasıl bir sonuç doğurursa doğursun, adil olmak durumundadır.

Buna karşın ikinci anlamda adalet, toplumsal bir düzlemde, ve bireylerin eylemlerinin değil de, toplumsal bir durumun özelliği olarak ortaya çıkar. Bu çerçeve içinde adalet, kendisini iki şekilde gösterir. Bunlardan birincisi olan ve kuralların uygulanmasındaki tarafsızlık ve yeknesaklığı ifade eden adalete, formel adalet adı verilir. Buna karşın, bir toplumun, belli bir adalet ölçütüne uygun olduğu, yani toplumdaki kaynaklar ve malların dağılımı önceden saptanmış bir ahlâki ölçüt ya da ilkeye uygun düştüğü takdirde adil olduğunu söyleyen adalet anlayışına sosyal adalet veya dağıtıcı adalet adı verilir. Söz konusu adaletin temel ilkeleri ise, sırasıyla a) herkese ihtiyacına göre, b) herkese değerine göre, c) herkese hak ettiğine göre, d) herkese yaptığı anlaşmaya göre ilkeleridir.


Adler, Alfred: 1870-1937 yılları arasında yaşamış olan ünlü Avusturyalı psikolog.

Bireysel psikoloji okulunun kurucusu ve eksiklik duygusu ya da aşağılık kompleksi deyimini ilk kez olarak ortaya koyan kişi olan Adler, insan kişiliğini eksiklik ya da yetersizliği giderip üstünlük ya da yetkinliğe ulaşma çabasıyla anlama uğraşı içinde olmuştur. Yaşamı boyunca toplumsal sorunlar karşısında büyük bir duyarlılık gösteren Adler, biyolojik ve cinsel etmenleri temele alan Freud’dan kişiler arasındaki hiyerarşik. toplumsal ilişkileri ön plana çıkarmak bakımından farklılık gösterir. Başka bir deyişle, çocukluk dönemindeki cinsel çatışmaların ruhsal bozukluklara yol açtığı konusunda Freud’a katılmayan Adler’in psikolojisinde, insanın en temel güdüsünü meydana getiren yetkinleşme çabasını bir üstünlük çabası ve dolayısıyla da eksiklik duygusunun giderilmesi olarak tanımlanır. İnsanın geleceğe ilişkin beklentileri tarafından güdülendiğini ve dolayısıyla insan davranışının çocuklukta yaşanan deneyimler tarafından belirlenmediğini öne süren Adler, insan varlığını yalnızca çevre ve kalıtımın bir ürünü olduğu düşüncesine karşı çıkmıştır.

O işte bu çerçeve içinde insanın miras aldığı yetilerin sentezini yapar ve çevreden gelen izlenimleri yorumlarken biricik olan bireysel bir kişilik ve yaşam biçimi yaratan yaratıcı bir benin varlığından söz etmiştir. Ona göre. önemli etkenleri doğum, bedensel eksiklik ve ilgisizlik ya da şımartılma olan yaşam biçimi erken çocukluk döneminde oluşur. Mantık, toplumsal ilgi ve kendini aşma çabasının ruh sağlığına işaret ettiğini öne süren Adler, aşağılık duygusunun kişinin kendi güvenliğiyle ilgili benmerkezcil kaygısı ve başkaları üzerinde egemenlik kurma eğiliminin ruhsal bozukluk belirtisi olduğunu öne sürmüştür.

Ahlâk: 1- Genel anlamda, mutlak olarak iyi olduğu düşünülen ya da belli bir yaşam anlayışından kaynaklanan davranış kuralları bütünü. İnsanların kendisine göre yaşadıkları, kendilerine rehber aldıkları ilkeler bütünü ya da kurallar toplamı. 2- Bir kimsenin iyi niteliklerini ya da kişiliğini ifade eden tutum ve davranışlar bütünü, huy.
 
Akademi: Yunan filozofu Platon tarafından, M.Ö. 387 Atina’da, kentin kuzeybatısında yer alan ve adını kahraman Akademos’tan alan orman içinde kurulmuş olan öğretim ve araştırma merkezi; tarihin tanıdığı ilk yüksek Öğretim kurumu.

Akıl: Genel olarak, insanda varolan soyutlama yapma, kavrama, bağıntı kurma, düşünme, benzerliklerin ve farklılıkların bilincine varma kapasitesi, çıkarsama yapabilme yetisi. Vahiy, inanç, sezgi, duygu, duyum, algı ve deneyden farklı olarak, salt insana özgü olan bilme yetisi, doğru düşünme ve hüküm verme yeteneği, kavram oluşturma gücü,


Akılcılık: Rasyonalizm. Evreni bir bütün olarak düşünce yoluyla yorumlamayı, bireysel ve toplumsal yaşamı aklın ilkelerine göre düzenlemeyi amaçlayan tavır.

Sosyolojide, on dokuzuncu yüzyıldan başlayarak, çoğunluk pozitivizmle özdeşleştirilmiştir.

Öte yandan, akılcılığın hemen her zaman Batı uygarlığının başka toplumlar ve irrasyonel oldukları düşünülen ilkeller karşısındaki üstünlüğünü vurgulayan örtük değer yargılarını içerdiği akıldan çıkarılmamalıdır.


Akıl çağı: Felsefede, 17. yüzyılın ikinci yarısında başlayıp, 19. yüzyılın ilk yarısına dek uzanan ve her alanda aklı temele alan Aydınlanma çağına verilen bir diğer ad.


Akıl yürütme: Genel olarak, düşünceleri bilinçli, tutarlı ve amaçlı bir biçimde birbirlerine bağlama işlemi. Mantıklı bir biçimde düşünme.


Aksiyom: Genel olarak, apaçık bir biçimde doğru olduğu düşünülen, ne kanıtlanan ne de çürütülebilen önerme.

Toplumsal anlamda ise, aksiyom, görüşün anlamını, değerini ve önemini anlayabilecek yetide ve uzmanlıkta olan herkes tarafından apaçık bir olgu olarak kabul edilen görüş anlamına gelir. Burada aksiyomu belirleyen ölçüt, tüm rasyonel varlıkların ya da normal, bilge insanların ya da uzmanların onay ya da uzlaşımlarıdır.


Algı: Çağdaş psikoloji ve epistemolojide, duyusal olarak uyarılma sonucunda, evler, arabalar, ağaçlar türünden sıradan nesnelerle ilgili kavrayışa verilen ad. Dış dünyayı duyular yoluyla, iç yaşantıları ise içebakışla kavrama yetisi. insan varlığının kendisini çevreleyen dış dünyadan duyu organları aracılığıyla edindiği malumât.
 
Althusser, Louis: Marksizme yaptığı katkı ile tanınan, 1918-1990 yılları arasında yaşamış, yirminci yüzyıl Marksist toplum filozoflarının en özgün ve etkilisi olan çağdaş Fransız düşünürü. Başlıca eserleri arasında Pour Marx [Marx İçin], Lue le Gapital [Kapital’i Okumak], Lenine et la Philosophie [Lenin ve Felsefe] sayılabilir.

Althusser’in temel amacı Marksizmi bir tarih bilinci olarak canlandırmak veya yeni baştan kurmak ve Marksist hümanizmin iddialarının tersine, genç Marx’ın düşünceleriyle Das Kapital’de ortaya konan bilimsel analiz arasında radikal bir kopma olduğunu göstermek olmuştur. Başka bir deyişle, tarihe ilişkin olarak bilimsel bir yaklaşım geliştirme amacı güden Althusser, bu bağlamda bir yandan Marksist geleneğin klasik metinlerini yeni baştan okuma, diğer yandan da bilimin özüne ve onun diğer söylem biçimlerinden nasıl farklılaştığına dair araştırmaların yoluna girmiştir.

Altusser bilimi, içinde bilginin üretildiği toplumsal bir pratik olarak değerlendirir. O bilimsel bilgiyi, bilim adamlarının yönelim veya amaçları tarafından değil de, araştırılacak soruları, aranacak delil türlerini, önemli addedilen güçlükleri belirleyen kavramlar sistemi tarafından yönetilen bir pratiğin ürünü olarak tanımlar. Diyalektik materyalizmin öncelikle, bir epistemoloji, bir bilgi ya da bilim teorisi olduğunu öne süren ve bu çerçeve içinde, empirist bir bilgi anlayışına, yani öznenin zihinden bağımsız nesneyle karşılaşıp, soyutlama yoluyla onun özünü çıkarsadığını, öznenin nesneyi doğrudan ve aracısız olarak bildiğini dile getiren bilgi anlayışına, üretim, yani kuramsal pratik olarak bilgi anlayışıyla karşı çıkan Althusser’e göre, söz konusu pratik, tümüyle düşünce düzeyinde gerçekleşir.

Ona göre, bilme sürecinde, sırasıyla düşünce ve soyutlamalardan meydana gelen teorik bir hammadde, bütün bunları etkileyen kavramsal üretim araçları ve nihayet, ürün olarak bilgi söz konusu olur. O, bu bağlamda, bilimlerin kendi bünyelerinde, ürünlerinin geçerliliklerini denetleyecek içsel kanıtlamaları barındırmalarından dolayı, kuramsal pratik olarak bilgi anlayışının, bilginin geçerliliği için dış teminatlara ihtiyacı olmadığını söylemiştir. Kendi ihtiyaç ya da gereklilikleri tarafından belirlenen, kendi gelişim seyrine uygun bir yol izleyen ve bundan dolayı da, üstyapının bir parçası olmayıp, özerk olan bilimsel ya da kuramsal pratik, Althusser’in görüşüne göre, ideolojik pratikten olduğu kadar, politik ve ekonomik pratiklerden de ayrıdır. Bilimin diğer pratiklere göre daha özerk bir pratik türü olduğunu öne süren Althusser’e göre, bilimsel pratik diğer pratiklerden ayrı ve bağımsız bir biçimde işler. Bilimin amacı, bilimsel pratiğin bizzat kendi içinde olup, o belirli türden bir bilginin üretilmesine yönelir.

Bununla birlikte, materyalist Marksizm geleneğinden gerçek dünyanın, bu dünyaya ilişkin, tarihsel ve toplumsal bir düzlemde üretilmiş bilgiden bağımsız olduğu, söz konusu bilgiden önce geldiği tezini miras alan Althusser, ideolojinin de zihinden bağımsız olarak varolan bir gerçekliğe gönderimde bulunduğunu, fakat bunu bilimden farklı bir tarzda yaptığını söyler. İdeoloji bireysel öznelere kendilerini ve içinde yer aldıkları toplumla olan ilişkilerini tanımanın ve tanımlamanın bir yolunu sağlar. Bu tanıma ve tanımlama tarzı, Althusser’e göre, doğru olmayıp, pratik davranışa yol açma amacı güder. Fakat o, bunu hakim ideolojide, yürürlükteki hakimiyet sistemini koruyacak ve sürdürecek şekilde yapar. İnsan öznelliğinin çeşitli formlarıyla bunları yaratan sınıf ilişkilerini yansıtan ideolojiler, çatışan toplumsal güçlerin etkisi altında bulunmaktadır. O bu bağlamda felsefeye düşenin bilimleri ideolojinin etkisinden, muhtemel tecavüzlerinden korumak olduğunu söylemektedir.

Althusser, Marx’ın Hegel’in etkisinde sanıldığı gibi çok fazla kalmadığını, onun düşüncesinde 1840’lardan başlayarak epistemolojik bir kopma yaşandığını, genç Marx’ın hümanizminin Das Kapital’i yazdığı sıralarda, bilim-öncesi teorik bir ideoloji olarak reddedildiğini öne sürer. Marx bu olgunluk döneminde, tarihi, tarihsel materyalizm olarak bilinen, yeni bir yaklaşımla açıklamaya koyulmuştur. Bununla birlikte, Althusser’e göre, bu proje tamamlanmamış bir proje olup, kimi eksikler içermektedir. Dolayısıyla, ona göre yapılması gereken şey, üretim güçleri ve ilişkileri, üretim tarzları tipolojisi, ideoloji, vb., kavramlar üzerinde yoğunlaşarak, bilimsel tarih yorumunu tamamlamak veya geliştirmektir.

Althusser işte bu bağlamda, Marksist Öğretiyi belirleyen aşırı bir determinizm ya da ekonomizm yanlışına düşmeyen bir ekonomi ve toplum modeli geliştirmiş ve ‘temel üstyapı’ ilişkisini yeni baştan yorumlamaya koyulmuştur. Fransız yapısalcılığından etkilenen Althusser’e göre, insan bireyleri, onların bilinçleriyle etkinliklerinden önce ve kendilerinden bağımsız bir biçimde varolan toplumsal ilişkiler sisteminin yansımaları ve taşıyıcısıdırlar. Althusser ‘in merkezi olmayan yapılar olarak bütünler görüşüne göre, toplumlar da, hiçbiri bir diğerine indirgenemeyen ve her birinin bütünü şekillendirirken kendi özgül katkısını gerçekleştirdiği ideolojik, entelektüel, ekonomik, politik pratiklerin düzen ve yapı kazanmış birleşimleridirler.

Dönem ve evrelerin, insana kendini gerçekleştirme, insanlığa da komünizm ve özgürleşme yolunda ilerleme imkanı sağlayan, düzgün, doğrusal dizilişi olarak tarih görüşünü Marksist bir dogma, tarihsici bir ideoloji diye yadsıyan Althusser, Marx’ın olgunluk dönemi eserlerinde, tarihin öznesi olmayan bir süreç olarak yer aldığını savunur. Ona göre, büyük tarihsel geçiş ve dönüşümler, zorunlu olmayıp, olumsal değişmeler; bir toplumsal sistemi doğrudan etkileyen çelişkiler çokluğunun olağanüstü yoğunluğunun istisnaî sonuçlarıdırlar. Dolayısıyla, tarihin yanımızda ve bizimle olduğu görüşünün neredeyse dinî kesinliğine Marksizm’de yer almamak gerekir.

Althusser, kendi antihümanizmiyle öznenin ademi merkezileşmesi sürecinin doruk noktasını meydana getiren postyapısalcılık ve postmodernizm yolunda önemli bir kilometre taşı oluşturur. Zira, ona göre, sadece insanın kendi kendisini gerçekleştirme süreci olarak tarih görüşünün değil, fakat toplumsal yaşamın temeli ya da kaynağı olarak özerk bireysel fail veya aktör düşüncesinin reddedilmesi gerekmektedir.


Analitik felsefe: 20. yüzyılda özellikle İngiltere ve Amerika Birleşik Devletleri’nde çok etkili olan ve dil üzerinde yoğunlaşarak, olgulara ya da anlamlara uygun düşecek en iyi ve en dakik mantıksal formu bulmak için, tümceleri ya da kavramları veya dilsel ifadeleri analiz etme işiyle uğraşan felsefi akım; felsefenin, kendi alanı içine giren problemleri kesin sonuçlu olarak çözecek biricik yönteminin felsefi analiz ya da kavram analizi olduğuna inanan çağdaş düşünce geleneği. Analitik-sentetik ayırımına dayanıp, felsefenin gerçekliğin doğası hakkında birtakım iddialar ortaya koyamayacağını öne süren düşünce akımı, felsefe yapma tarzı.


Analiz: Bir şeyin, bir bütünün, bir problemin, a) Parçaların ayrı ayrı incelenmesi, b) Parçaların birbirleriyle olan ilişkilerinin incelenmesi ya da c) Parçaların bütünle olan ilişkisinin araştırılması amacıyla, bileşensel öğelerine ayrılması süreci ya da işlemi.


Anarşi: 1- Hükümet kontrolünün yokluğunun sonucu olan politik ve toplumsal düzensizlik, kargaşa hali; hükümetsiz kalan veya siyasi iktidarın çıkarları farklı hatta karşıt olan siyasal, ekonomik ve toplumsal güçler arasında kendisinden beklenen uzlaştırma görevini artık yerine getiremediği bir toplumun siyasi durumu. 2- Kimi faaliyet alanlarında, kuralsızlığın, yönlendirici bir ilkeden yoksunluğun veya varolan ilkelere uyulmamasının sonucu olarak ortaya çıkan düzensizlik ve kargaşa hali. 3- Kimi disiplinlerde, örneğin bilimde birbirlerinden çok farklı, hatta karşıt ilkelerin varoluşuyla belirlenen aşırı çoğulculuk hali..

Her üç anlamda da anarşinin hüküm sürmesini isteyen, anarşizmi destekleyen, bu öğreti için mücadele veren kişiye ise anarşist adı verilir.


Anarşizm: Genel olarak, a) özgürlüğü temel değer olarak gören, söz konusu temel değere zaman zaman adalet, eşitlik ve mutluluk gibi değerleri ekleyen, b) bir baskı aracı olarak gördüğü devlete, bütün bu değerlere zarar verdiği için, şiddetle karşı çıkan, c) devletin yokluğunda daha iyi bir toplum inşa etmek için programlar öneren, d) insan doğasına ilişkin olarak olumlu bir görüş benimseyen ve e) baskıcı devlet anlayışı ve olumlu insan doğası konsepsiyonundan hareketle, otoriteryanizmin her şeklini kabul edilemez ve haklı kılınamaz bulan görüş.

Anarşizm, nispeten olumlu bir çerçeve içinde, insan doğasının özü itibariyle iyi olduğunu ve insan yaşamında karşılaşılan kö*tülüklerin, temelde insan üzerindeki kontrolden ve politik baskıdan kaynaklandığını savunan akıma; toplum içindeki politik kontrolün ve siyasi baskının ortadan kaldırılmasını isteyen, devletin insanın en büyük düşmanı olduğunu söyleyen ve bireylerin ihtiyaçlarını karşılamak ve ideallerini gerçekleştirmek için, kendilerini bir toplum içinde diledikleri şekilde düzenlemeleri gerektiğini ileri süren siyasi öğretiye karşılık gelir. Yüksek bir karmaşıklık düzeyine erişmiş faaliyetlerden uzaklaşılması gerektiğini savunan ve basit hazlarla geçirilecek bir yaşamı öngören anarşizm, bu olumlu boyutu içinde, hiççilikten ziyade, politik liberalizme yaklaşır.
 
Anarşizm, olumsuz boyutuyla, toplumsal ve ahlâki kötülüklerin kaynağının devlet olduğunu, bundan dolayı, bu kötülüklerin devlet tarafından ortadan kaldırılamayacağını, özü itibariyle iyi olan insanın doğasının devlet ve kurumlar tarafından bozulduğunu, tüm reformların değersiz olduğunu, yeni bir toplumun devrim yoluyla kurulacağını, söz konusu yeni devletsiz toplumun, yol göstericisi akıl ve adalet olup, bilimsel deneyimden yardım gören insan ruhunun doğal eğilimlerinden türeyeceğini öne sürerken, bu kez yasaya ya da düzene en küçük bir saygı duymayan ve toplumun yıkılması yoluyla bir kaosa erişilmesi için etkin bir biçimde çaba gösteren inanç ya da akım olarak karşımıza çıkar. Söz konusu olumsuz anarşizm amacına ulaşmak için, araç olarak bireysel terörizmi kullanır.

Her iki anarşizm de, insanın özgürlüğü ve eşitlik idealini hiçbir ödün vermeden, mutlak bir biçimde ve her tür hakimiyet ilişkilerini dışlayacak, devletin meşruiyetini tümüyle yadsıyacak şekilde yorumlar. Anarşizme göre, yöneticileri ve yönetenleri barındıran bütün politik yapılar adaletsiz olup, kaba güce dayandığı ve son çözümlemede de, insanın özgürlüğü önündeki en büyük engel olduğu için reddedilir.
Buradan da anlaşılacağı üzere, 19. yüzyılda, P. J. Proudhon tarafından geliştirilen siyasi bir görüş ya da öğreti olarak anarşizm türleri ya da farklı versiyonları vardır. 1- Bireyci anarşizm. Özgürlükçü felsefelere dayanan, kişi için mutlak bir bağımsızlık durumu sağlamaya çalışırken, anarşizmin toplumsal temelini göz ardı eden bu anarşizm anlayışı Alman düşünürü Max Stirner tarafından savunulmuştur. 2- Dayanışmacı anarşizm. Devletin ve her tür siyasi örgütün, insan özgürlüğünü ortadan kaldırdığını savunmak bakımından diğer anarşizm anlayışlarıyla birleşen bu anarşizm türü, insan davranışındaki toplumsal öğelerin önemini vurguladığı için, bireyci anarşizmden ayrılır. Proudhon tarafından savunulan bu tür bir anarşizm, siyasi eylem ve devrimci şiddete karşı çıkmış, işçi örgütlerinin etkinliği ve barışçı yayılımıyla gerçekleşecek toplumsal bir reform önermiştir. Buna göre, dayanışmacı anarşizm endüstriyel ve kamusal faaliyetlerde işçi örgütlerine önem verip, işçi, köylü ve zanaatkârların bu tip örgütlerde bir araya gelerek değişmenin motor gücü olmasını talep eder.

3- Kollektivizm. Bakunin tarafından savunulan bu anarşizm ise, diğer anarşizm türlerinden, devletin yıkılması ve özgür toplumun kuruluşu sırasında, yöntem olarak ihtilalci şiddetin kullanılması gerektiğini savunmasıyla ayrılır. Üretim araçlarının ortaklaşa sahipliğine dayanan kollektivizm görüşünü geliştirmiş olan Mikael Bakunin, yıkma tutkusunun, aynı zamanda yaratıcı bir dürtü olduğunu belirterek, varolan kurumların tümünü birden ortadan kaldıracak bir devrimi savunmuştur.

4- Anarşist komünizm. Bu tür bir anarşizm savunucusu olan P. Kropotkin, üretim araçlarının mülkiyetinde, ortaklığın ötesinde tam bir paylaşımı savunmuş ve insanlığın evriminde, rekabete oranla işbirliğinin daha büyük bir rol oynadığını öne sürerek, devletin yıkılmasından sonra, merkezle hiçbir bağı olmayan ve aynı anda tarımla endüstriye, kent yaşamıyla kırsal yaşama, eğitimle çıraklığa dayanan bir toplum modeli önermiştir.

5- Anarko-sendikalizm. Anarşizmin temeline sendikaları yerleştirmekle farklılaşan ve ihtilalci sendikacılık olarak da bilinen bu tür bir anarşizm, devlet yıkılınca, başkaldırının temel organları olan sendikaları, özgür toplumun üzerlerinde yükseleceği temel birimler olarak görür.

6- Pasifist anarşizm. Ünlü romancı Leo Tolstoy’da örneklenen bu tür bir anarşizm, devlete, hukuka ve özel mülkiyete karşı çıkarken, her türlü şiddeti reddeder. Bununla birlikte, bu tür bir barışçı anarşizm, ahlâki bir devrimin zorunluluğuna inanır,
 
Anaxagoras: Milattan önce 5. yüzyılda yaşamış olan Yunanlı filozof.

Anaxagoras da, çağdaşı olan Empedokles gibi, oluşun mümkün olduğunu göstermeye çalışmış ya da hiçten hiçbir şeyin meydana gelmediğini, ve hiçbir şeyin yok olup gitmediğini ortaya koyarak, mutlak anlamda bir oluş ve yok oluş olmadığını, mutlak değişmenin imkansız olduğunu kabul eden Eleacı görüşün birciliğiyle, değişmenin ve oluşun gerçekliğini kabul eden sağduyunun plüralizmini uzlaştırma çabası vermiştir. Bir başka deyişle, değişme olgusunu yadsımayan, fakat bir yandan Elea Okulunun bir olan varlığıyla ilgili tezlerini ve “hiçten hiçbir şeyin doğmadığı” ilkesini, gerçekliğin özü itibariyle kalıcı ve değişmez olduğu fikrini, diğer yandan da göreli bir değişmeyi benimseyen Anaxagoras, şeylerin ya da varolanların, temel öğelerin birleşmesi ve ayrılması anlamında değiştiğini iddia etmiştir. Başka bir deyişle, dünyadaki şeyleri meydana getiren temel öğelerin, varlığa gelmemek ve yokolup gitmemek anlamında değişmez olduğunu, duyusal dünyada gözlemlenen değişmenin, bu temel öğelerin birleşip ayrılmasından meydana geldiğini öne süren Anaxagoras, bu temel öğelerin, sonsuz sayıda olduğu teziyle farklılık gösterir. O dünyamızın zengin ve çok sayıda nitelikle dolu olduğu için, bir ya da birkaç arkhe ile açıklanamayacağını, toprak, hava, su ve ateşin, hiçbir şekilde temel öğe ya da arkhe olmayıp, başka tözlerden meydana gelen karışımlar olduğunu iddia etmiştir. Buna göre, varolan her şeyi meydana getiren nihai ve en yüksek öğeler, ilk madde ya da arkheler, her türden şekli, rengi ve kokusu olan sonsuz sayıda tözdür. Çok küçük olmakla birlikte, bölünemez olmayan bu tözler yaratılmamışlardır. Onların nitelikleri kadar nicelikleri de sabittir.

Cevap: Felsefe Sözlüğü

Anaxagoras’ın öğretisi ne göre, evrenin ilk başlangıç halinde, yaratılmamış olan tüm tohumlar, varlığın sonsuz küçük parçaları birbirlerine karışmış bir durumda bulunuyorlardı. Bütün bir varlık kütlesi, sonsuz sayıda küçük tohumun bir karışımıdır. Bugün varolan dünya, söz konusu kütle ya da karışımı meydana getiren tohumların ayrılıp bir araya gelişinin bir sonucudur. Bu parça ya da tohumlar, başlangıçtaki bu karışım ya da kaostan, Anaxagoras’ın öğretisinde, ilk karışıma ondan evreni meydana getirecek hareketi verdiren ilke olan Nous, demek ki, akıllı ve düzenleyici bir ilkedir. Varolan şeylerin en incesi ve en safi olan Nous, aynı zamanda geri kalan her şeyin bilgisine ve onlar üzerinde bir kudrete sahiptir. Nous işte bu durumun bir sonucu olarak, kaosu kosmos haline getirmek üzere, ilk karışımı harekete geçirmiştir. Nous’un ilk karışıma verdirdiği hareket, bir dönme ya da çevrinti hareketidir. Bu dönme hareketi sonucunda, yoğun ve soğuk olan bir şey olarak Havayla, ince ve sıcak bir şey olarak Eter birbirinden ayrılmıştır. Buna göre, hava ve eter anaforun çevresine gitmiştir. Öte yandan, çevrintinin merkezinde, maddenin yoğunlaşma durumunun bir sonucu olarak, toprak meydana gelmiş ve çevrinti içinde meydana gelen taş kitleleri, anafor hareketinin büyük hızından dolayı, çevreye doğru fırlamışlar; orada da, ateşli eter kütlesi içine düşünce, kor haline gelerek, yıldızları meydana getirmişlerdir Anaxagoras, madde dışı, maddeden bağımsız tinsel bir ilke olarak, Nousun faaliyetini ilk karışıma verdirdiği hareketle sınırlar ve daha sonra Platon’un şikayet ettiği gibi, onu bir deus ex machina olarak kullanır. Başka bir deyişle, Nous’un faaliyetini, hareket kaynağı olmakla sınırlayan Anaxagoras, diğer zamanlarda mekanik nedenlere başvurmuştur. Maddi nedene ek olarak fail nedeni ortaya koyan filozof, Nous’a final neden olma işlevi yükleyememiş, ona dünyadaki düzeni ve nesnelerin sergilediği güzelliği açıklayacak bir ereksellik izafe edememiştir.


Anaximandros: İyonya Okulunun, M. Ö. 610 yılında doğup, M. Ö. 547 yılında öldüğü tahmin edilen ikinci düşünürü.​
 
Bilimsel Çalışmaları: Coğrafya alanında, onun Karadeniz’e açılan denizciler için bir harita yapmış olduğu anlatılır. Anaximandros, yine tarihte ilk kez olarak meskun dünyanın bir levha üzerine resmini yapmaya kalkışmıştır. Astronomi alanında, güneş ekliptiğinin eğriliğini anlamak gibi önemli bir adım atan Anaximandros kozmolojisinde, dünyanın bir tepsi değil de, bir silindir şeklinde olduğu düşüncesine ulaşmıştır. O, biyolojide ise, kendisinin gözlemi akılyürütme veya argümanla desteklediğini mükemmel bir biçimde gözler önüne seren bir evrim teorisi geliştirmiştir. Yaşamın denizlerde ve suda başladığını, insanlar da dahil olmak üzere, tüm canlıların önce denizlerde yaşamış olup, karaya daha sonra çıktıklarını söyleyen Anaximandros’un teorisine göre, insan türünün ataları, önce balıkların vücudunda doğmuş ve ancak yaşamlarını kendi başlarına sürdürebilecek bir olgunluğa eriştikten sonra, karaya çıkmışlardır.

Felsefi Görüşleri: Anaximandros önce, çağdaşı Thales’in maddi töz olarak “su” arılayışına, suyun nicelik bakımından sınırlı, nitelik bakımından belirli olduğu gerekçesiyle karşı çıkmıştır. Su ya da nem, çatışma ve savaşlarını açıklamak durumunda olduğumuz karşıtlardan biri olup, ondan hiçbir zaman karşıtı çıkmaz. Başka bir deyişle, değişme, doğum ve ölüm, büyüme ve küçülme, çatışma ve savaşın, bir öğenin sınırlarını diğerinin aleyhine olacak şekilde genişletmesinin bir sonucu olduğu için, suyun doğasına aykırı bir yapıda olan şeylerin, su içinde nasıl olup da eriyip gitmedikleri sorusuna doyurucu bir açıklama getirilemez. Sudan, öyleyse yalnızca ıslak ve soğuk olan şeyler türeyebilir. Oysa, dünyada, ıslak ve soğuk olan şeylere ek olarak, sıcak ve kuru olan şeyler de vardır.

Suyun nitelik bakımından belirli olmasının yarattığı güçlükten kurtulsak bile, bu kez suyun nicelik bakımından sınırlı oluşunun yarattığı güçlük karşımıza çıkar. Buna göre, su gibi nicelikçe sınırlı bir maddeden, sonlu bir kütleden evreni meydana getiren sonsuz varlık kütlesi doğamaz. Sonsuz sayıda evren olduğunu öne süren Anaximandros’ta, sonsuz sayıdaki evren görüşü, sonsuz miktarda maddeyi gerektirir.

Anaximandros, işte buradan hareketle evrenin ilk maddesi

Bacon, Francis: 1561 -1626 yılları arasında yaşamış olalı; İngiliz empirizminin öncüsü ünlü İngiliz filozofu Bacon’un temel eserleri The Advancement of Knowledge [Bilginin İlerlemesi], Novum Organum Scientarium [Yeni Organonl ve The New Atlantis [Yeni Atlantis]’dir.

Kendisiyle başlayan, Locke ve Hume’la devam edip, J. S. Mill ve B. Russell’a dek uzanan İngiliz empirist geleneğinin ilk büyük filozofu olan Bacon’un bakış açısı temelde somut, pratik ve yararcı öğelerle belirlenmiştir. Düşüncesi genelde ileriye dönük olup, insanın geleneksel teorilerin ve yöntemlerin yanılsamalarından kurtulduğu takdirde büyük bir hızla ilerleyeceğine olan inancından ivme kazanmaktadır. Eserlerinin başlıklarında ve kitaplarının bölüm başlıklarında sık sık geçen yeni sözcüğü, Bacon’un Aristotelesçi felsefeye ve Skolastik mantığa karşı çıkışını gözler önüne serer.

Buna göre, en büyük tutkusu, insani bilgiyi bilimsel araştırma için vazgeçilmez bir öneme haiz sistematik bir metodoloji üzerinde yeni baştan temellendirmek olan Bacon yeni metodolojisiyle ün kazanmıştır. Bacon’un metodolojisinin önemli bir bölümü, onun bilimsel ilerlemeyi toplumsal bir etkinlik olarak görmesi nedeniyle kurumsal olmak durumundadır. Dahası, onun yeni metodolojisi modern araçsal akılcılığı kusursuz bir biçimde cisimleştiren deneysel bir metodolojidir. Modern bilimin daha ilk baştan itibaren sergilediği başarıların bir sonucu olan empirizmin savunuculuğunu yapmış olan Bacon, modern insanın doğaya, onu yeni teknolojinin icadına götürecek deneysel kontrol yoluyla müdahale etmesi, onu dönüştürmesi ve insani amaçların hizmetine koşması gerektiğini savunmuştur.

Bacon’un teoloji konusuna girdiği zaman seçtiği sözcükler bazen Thomas Hobbes ya da David Hume’un daha sonraki alaycı tavrını çağrıştırmakla birlikte, o Hıristiyanlığın öğretilerini özü itibariyle doğru olan öğretiler olarak görmüştür. Skolastik anlayışa karşı olan ciddi polemiğinde, vahiy ve aklın birbirlerinden kesin çizgilerle ayrılması gerektiğini savunan Bacon, bu ayrım gerçekleştirildiği takdirde, ve aklın gereği gibi ve sistematik bir biçimde kullanılması durumunda, insan yaşamını daha iyi yönünde hızla dönüştürecek olan bilimsel bilgiye ulaşmanın kolaylaşacağını savunmuştur.

Francis Bacon bu anlamda bilgiyi güce eşitlemiştir. Ona göre, bilim bir ilerleme, bir gelişme sürecidir. Tarih boyunca dini, siyasi ve düşünsel nedenlerle kendisine gerekli önem verilmemiş olan bilimin insanları aydınlatma ve yönlendirme işlevini ön plana çıkarmak gerekmektedir. Bilim, Bacon’a göre, sözcüklerle oynamak yerine, doğanın kendi özünü kavramaya yönelmelidir. Doğaya egemen olmanın ilk koşulu, onu kendi bütünlüğü içinde bilmek, onu yöneten genel yasaları kavramaktır. Bu yasaları kavramanın tek yolu ise, zihindeki önyargıları temizleyip, tümevarım yöntemini uygulamaktır.

Fizikten ereksel nedenleri atan Bacon’a göre, Demokritos’un felsefesi, bu anlamda Flaton ve Aristoteles’in felsefesinden daha doğru ve sağlam bir felsefedir. Metafiziğin varlık olmak bakımından varlığa ilişkin bir araştırma olmadığı gibi, hareket etmeyen hareket ettiriciyi konu alan bir araştırma da olmadığını söyleyen filozofa göre, metafizik maddi dünyanın formlarına, ilke ya da yasalarına ilişkin bir araştırmadır. Söz konusu araştırmanın teorik değil de, pratik amaçlı bir araştırma olduğunu öne süren Bacon, maddeci ve mekanist bir bakış açısının savunuculuğunu yapmıştır. O, her şeyin mekanik nedenlerin bir sonucu olarak ve yasalı bir biçimde ortaya çıktığını söylerken, aynı zamanda doğalcı bir bakış açısı sergileyip. Pozitivizme yaklaşmıştır.


Bağımlılık: Üçüncü dünya ülkelerinin yeterli ve arzulanan ekonomik kalkınma ve gelişme düzeyine erişememelerini, ileri kapitalist dün-yaya bağlayan yaklaşım.Buna göre, Marksist görüş veya sosyoloji, bağımlılığı yoksul ve azgelişmiş ülkelerle, zengin ve gelişmiş ülkeler arasında söz konusu olan bir ilişki olarak tanımlayıp, yoksul ülke ve bölgelerin azgelişmişliğini, zengin ülkelerdeki kapitalist gelişmenin eseri ya da ürünü olarak açıklar. Çevrenin ya da söz konusu az gelişmiş ülkelerin metropoliten merkez ya da gelişmiş ülkeler tarafından sömürüldüğünü öne süren görüş, Avrupa ve Kuzey Amerika’daki kapitalist büyüme sürecinin Latin Amerika, Asya ve Afrika’daki ülkeleri yoksullaştırdığını ve devam eden büyümenin az gelişmiş bölgelerde daha fazla yoksulluk yaratacağını söyler.

İşte bu çerçeve içinde, uluslararası ticaret ve ekonomik gelişmenin; Adam Smith’e kadar geri götürülebilecek olan “bırakınız yapsınlar” modeline eleştirel bir tepki olarak gelişen ve Batı’nın endüstri toplumlarının ekonomik gelişmesinin üçüncü dünyanın azgelişmiş, denizaşırı ülkelerinden elde edilen ekonomik artı değere bağlı olduğunu öne süren kurama bağımlılık teorisi adı verilir. Özellikle Latin Amerika’da, 1960 ve 70’li yıllarda ortaya çıkan teori ya da yaklaşımın en önemli temsilcileri P. Baran ve A. G. Frank olmuştur. Bağımsızlık teorisi, aynı zamanda azgelişmiş ülkelerin ileri kapitalist ülkelere erişebileceğine inanan modernleşme teorilerinin iyimser iddialarına karşı bir teori olmak durumundadır.
 
Bağımsız: Siyaset felsefesinde başka bir ülkenin veya ülkelerin yönetimi veya denetimi altında olmayan ülke; işlerini başka bir devlet organına bağlı kalmadan yürüten devlet organını niteler.


Bağnazlık: Çoğunluk, dini ve siyasi alanda, belli bir inanç, kanaat ya da ideolojiye tutkuyla bağlanma durumu. Kişiyi, bilgisizliğin, eğitimsizliğin, güçsüzlük, doyumsuzluk ve hoşgörüsüzlüğün bir sonucu olarak, belli bir fikir. inanç, ya da ideolojiye körü körüne bağlanmaya iten tutku.


Bakunin, Mihail Alexandroviç: 1814-1876 yılları arasında yaşamış olan Rus ihtilâlcisi ve anarşizm olarak bilinen siyasi hareketin kurucusu.

En temel amacı, siyasi iktidar ve ekonomik gücün ademî merkezileşmesi ve devlet gücünün yıkılması olan Bakunin, yaşamın kaçınılmaz bir yanılgılar dizisinden, bir vicdan azabı yığınından başka bir şey olmadığını savunan Bakunin, bir Tanrı icadı olan devletin insanı ezen en önemli güç, ezilen kitlelerin bilincinin kötü bir eseri olan dinin kollektif bir delilik, ve kilisenin de, çatısı altında ezilen kitlelerin günlük dertlerini unutmaya çalıştıkları kutsal bir taverna olduğunu öne sürmüştür.

Bakunin, demek ki her şeyden önce, çok da tutarlı addedilemeyecek olan anarşizmiyle ün kazanmıştır. Buna göre, o politik iktidarın, bu ister burjuvazinin ya da ister proletaryanın iktidarı olsun, kaçınılmaz olarak baskıcı olduğunu, ve dolayısıyla da hakiki özgürlüğün ancak statükonun yıkılmasından sonra mümkün olacağını iddia eden Bakunin bunun yolunun politik şiddetten ve ihtilalden geçtiğini söyler.. Yıkma dürtüsünün aynı zamanda yaratıcı bir dürtü, yıkmanın sosyal değişim ve dönüşüm için zaruri bir unsur olduğunu savunan Bakunin, şu halde, ihtilalin negatif bir güç olmasına rağmen, bir bütün olarak gerçekleştiği zaman, diyalektik bir mucizeyle birdenbire olumlu hale geldiğini söylemiştir. 0 söz konusu olumsuz-olumlu diyalektiğinde, buna göre, “ateş”i ihtilalci eylemin zaruri bir diyalektik bileşeni olarak görmüş ve keskin eleştirisini sadece, statükoyu, varolan düzeni korumayı amaçlayan muhafazakâr teşebbüslere değil, fakat aynı anda hem Hegel’in olumluyla olumsuzu bir araya getirip birbiriyle bağdaştırma teşebbüslerine ve hem de olumsuz olana olumlu olan içinde mütevazı ve zararsız bir yer bulma liberal çabalarına da yöneltmiştir.

Bilimciliği, materyalizm ve ateizmi, 1860’lı yıllardan itibaren koyulaşan Bakunin, genel eleştirel tavrını kapsam bakımından genişleterek devam ettirmiş ve bu arada bilimsel elit ve kurumların politik ve sosyal rolünü keskin bir eleştiriyle sorgulamaya kalkmıştır. Ona göre, bireysel yaşamın somut ve tikel olduğu yerde, soyut ve genel olan bilim, bütün somutluğu içinde zaten göz ardı ettiği hayatı kavrayabilmeye muktedir değildir. Bu ise, şimdiye kadar devlet ve dine başkaldıran Bakunin’in artık hayatın bilime, bilim yoluyla yönetilmeye karşı olan başkaldırısına öncülük ettiği anlamına gelir ve onun Marx’ın devletçiliği ve teknisizmine yönelik sert eleştirisiyle irtibatlandırılabilir.
 
Başkalık: Postyapısalcı düşüncede veya söylemde “öteki” terimiyle değişimli olarak kullanılan terim.

Örneğin, Michel Foucault’nun düşünce ve eserlerinde “başkaları”, iktidar konumundan dışlanmış ve hakim liberal, hümanist özne görüşünde kurban edilmiş olanlardan meydana gelir. Bu bağlamda, “başkaları” homoseksüeller, kadınlar, akıl hastaları, beyaz olmayanlar ve mahkumlardır. Postyapısalcılarla postmodernistler bu insanların, gerek bireysel ve gerekse kollektif olarak Batı toplumunun ancak sınırlarında varolduğunu düşünürler.


Batılılaşma: Dünya tarihinin son iki yüzyılda ortaya çıkmış olan endüstri evresinde, Batı uygarlığı dışında kalan uygarlık ya da devletlerin, Batı‘yı son dönemde belirleyen, onu Batı yapan fikir ve teknikleri benimseme yaklaşım ya da hareketlerine verilen ad.

Buna göre, Batı uygarlığı onbeş ve onaltıncı yüzyıllarda bir Rönesans ve Reform hareketi yaşamış, bunu onyedinci yüzyılda bi*limsel devrim ve onsekizinci yüzyılda da Aydınlanma hareketi izlemiştir. Öyle ki, bu üç yüzyıllık tarih en somut meyvasını 1789 Fransız Devrimiyle, 1780’lerde İngiltere’de başlayıp tüm Avrupa’ya yayılan Endüstri Devrimi’nde vermiş ve ondokuzuncu yüzyıl, Batı açısından bir ilerleme ve özgürlük çağı olmuştur.

Bu bağlamda, yalnız Batı’yı değil, tüm dünyayı derinden etkileyen bu iki büyük devrimden özellikle Endüstri Devrimi, kimi Batılı devletlere tarihte daha önce bir eşi daha görülmemiş olan bir refah ve güç sağlarken, Batı’yla, coğrafi veya kültürel bakımdan Batılı olmayan devletler arasında maddi ve teknolojik açıdan büyük bir uçuruma yol açmıştır. İşte Batılı olmayan devletlerin bu uçurumu kapatabilmek için sergiledikleri modernleşme, Batı’yı özellikle son iki yüzyılda Batı yapan değerleri, fikir ve teknikleri benimseyip alma hareketlerine batılılaşma adı verilmektedir.

Bununla birlikte, Batı’nın teknolojik ve maddi üstünlüğünün, aynı zamanda kültürel ve ahlâki bir üstünlük anlamına gelmediği gibi, modern Batıyı belirleyen fikir ve teknikleri alma şeklinde tanımladığımız batılılaşmanın, geleneksel Batı uygarlığını bir bütün olarak kabul edilmesini asla gerektirmediği de unutulmamalıdır. Fakat bir yandan da batılılaşmanın yalnızca teknolojik bir devrimden başka, toplumsal bir devrimi de içerdiği akıldan çıkarılmamalıdır.

Bu bağlamda. Batılılaşma hareketinin temelinde bulunan bakış açısına; geleneksel inanç, yerleşik düşünce ve kurumlardan yaz-geçip, hakim uygarlık olarak görülen Batı‘nın düşünce, kurum ve değerlerini benimseyip yerleştirme mücadelesi içinde olma tavrına batıcılık adı verilir.


Batı Marksizmi: Avrupa’da 20. yüzyılda, Marksizmi özü itibariyle doğru bir öğreti olarak görmekle birlikte, ondaki pozitivist, determinist unsurlardan rahatsızlık duyan ve Komünist Partisinin resmi öğretisi haline gelen Ortodoks Marksizmden ayrılan kimselerin geliştirdikleri farklı Marksizm anlayışı.

Batı Marksizmi içine siyasi olarak Karl Kautsky ve Antonio Gramsci gibi lider ya da eylemciler girer. Felsefi olarak ise, Batı Marksizmi içinde, Althusser, Sartre ve hepsinden önemlisi Frankfurt Okulu düşünürleri yer alır. Daha doğru bir deyişle, Batı Marksizminin ilk kuşağında Georg Lukâcs, Karl Korsch, Joseph Revai, ikinci kuşağında ise Karl Manheim, Herbert Marcuse, Lucien Goldmann ve Louis Althusser gibi düşünürler bulunur.

Batı Marksizmi Ortodoks Marksizmden Engels’i değil de, genç Hegelci Marx’ı temele almak ve materyalizmden çok diyalektik konusuna yönelmek bakımından farklılık gösterir. Buna göre, diyalektiği Marksist öğretinin bizzat kendisine uygulayan bu anlayış, mutlak bilgiden vazgeçmiş, her tür bilginin kısmi ve göreli karakterini gözler önüne sermiştir. Bilgimizle kültür tarihini meydana getiren tüm diğer dünya görüşleri arasındaki ilişkinin diyalektik bir ilişki olduğunu savunan Batı Marksizmine göre, hiçbir dünya görüşü tümüyle doğru veya tümüyle yanlış olamaz. Tarihsel maddeciliği bu çerçeve içinde kendi ilkelerine göre eleştiren Batılı Marksist düşünürler, Marksist öğretinin bir dogma olmaktan çıkması konusunda önemli katkılar yapmışlardır.


Bauer Bruno: 1809-1882 yılları arasında yaşamış olan teolog ve toplum filozofu.

Sol Hegelcilerin liderliğini Yapmış olan düşünür öncelikle teoloji alanında çalışmış ve Yeni Ahit üzerine olan araştırmalarının ardından metnin tarihsel temellerinin hayli kuşkulu olduğu sonucuna varmıştır. O da tıpkı Ludwig Feuerbach gibi, dinin yabancılaşmış insan bilinci olarak tanımlanması gerektiğini söylemiştir. Geleneksel Hıristiyan öğretilere yönelik eleştirel analizi nedeniyle Üniversitedeki işinden koyulan Bauer, kilise ili devletin birbiriyle bağdaşmaz olduğunu, bütünüyle Hegelci bir tarzda öne sürmüştür. Çünkü kilisenin özü itibariyle baskıcı olduğu yerde, hakiki devlet özgürlüğün bütünüyle hayata geçirildiği bir yeri tanımlar.

O, din felsefesi alanındaki çalışmalarından sonra, toplum felsefesiyle meşgul olmuş ve bu bağlamda yerleşik burjuva düzenine olduğu kadar, ihtilalci programlara da şiddetle karşı çıkmıştır. Ona göre, özel sınıf çıkarları kaçınılmaz olarak tek yanlı olup, kitleler de daha ziyade ölü maddeye benzer. Bauer’in gözünde, ölüyü diriltecek, sınıf ideolojilerindeki yanlış kabul ve kavrayışları ayıklayarak, tek yanlılığı ve körlüğü ortadan kaldıracak, insan bilincinde bütünüyle özgürleştirici bir mahiyet taşıyan temelli değişmeyi başlatacak olan biricik şey eleştiridir.

O, en ince ayrıntısına kadar dikkatle oluşturulmuş hiçbir programın kurumsallaştıramayacağı dönüşümü. tarihin kendi mantığıyla hayata geçirdiğini, eleştirinin bugün düşüncede yıktığını, tarihin yarın gerçek hayatta yerle bir edeceğini söyler. Bu görüşlerini dünyanın egonun bir yansıtım olduğunu dile getiren bir tür bilinç felsefesiyle temellendirmeyi deneyen Bauer, sosyal koşulların insanlarını kafalarını değiştirmek suretiyle değiştirebileceğini düşündüğü ve bilincin köklerine inemeyen ihtilalci programların boş ve zararlı olduğunu savunduğu için, Marx tarafından idealist-teolojik terör yaratmakla suçlanmıştır.
 
Bauvoir, Simone de: 1908-1986 arasında yaşamış, başta Le Dewuxieme Sexe [İkinci Cins] adlı kitabı olmak üzere, denemeleri, kısa öyküleri. otobiyografik yazıları ve romanları yüzyılımızda feminist düşüncenin gelişiminde önemli bir başlangıç noktası oluşturmuş olan çağdaş Fransız kadın düşünür.

Hemen hemen bütün yaşamı boyunca birlikte olduğu Sartre’ın etkisi dolayısıyla, düşünceleri varoluşçu bir çerçeve içinde ve belli bir özgürlük kavramı üzerinde oldukça bireyselci bir temele dayanan Beauvoir’a göre, özgürlük asla ve asla insana Tanrı tarafından verilmiş bir şey değildir. Tam tersine, özgürlük, insanın uğruna hergün yeniden savaşmak zorunda olduğu bir imkan, onun kendisini sürekli olarak yeniden yaratması için bir fırsattır. Özgürlüğü başlangıçta olabildiğince bireyselci bir açıdan yorumlayan ve bu bağlamda ötekilerini, insanın kendi planına göre eylemesinden başka hiçbir şey olmayan özgürlüğün önündeki bir engel olarak gören Beauvoir, savaş deneyimlerinin ardından ötekinin özgürlüğünü insan için bir tehdit olarak değil, fakat kişinin kendi özgürlüğünü gerçekleştirmesinin zorunlu bir koşulu olarak değerlendirmeye başlamıştır. Buradan hiç kuşku yok ki, her insanın başka insanların özgürlüğü için kaygılanmak gibi ahlâkî bir ödevi olduğu sonucundan başka, kadının toplumsal durumu ve onun erkek cinsiyle olan ilişkileri bağlamında önemli sonuçlar çıkar.

Özgürlüğün temel koşulu eylem, kişinin kendi plânlarına göre eylemesi, gelecek için amaçlar saptayarak, bunu şimdide dışlaştırması ise eğer, Beauvoir’a göre bu, geleneksel kadın rol ü içinde gerçekleşmemektedir. Bundan dolayı, onun gözünde kadın özerk değil, görelidir. Başka bir deyişle, kadınların kendilerini erkek olmadan düşünemediklerini ve düşünülmediklerini öne süren Beauvoir’a göre, erkeğin özne ve mutlak olduğu yerde, kadın yalnızca erkeğin eksik ötekisidir. Öteki de, kendi bağımsız özüne sahip bir şey olarak görülemez.

O, eskiden beri varolan bu durumu, kadının biyolojik analık göreviyle geride tutulmasına, erkeğin dışarıya gitmesine ve kendisini ‘homo faber’ olarak gerçekleştirmesine izin verilirken, onun içsel olanın bekçisi yapılmasına bağlar. Beauvoir, erkeğin egemenliğinin, sıklıkla iddia edildiği üzere, onun bedensel gücünün bir sonucu olmaktan ziyade, eylemde bulunan özne olmasının bir sonucu olduğunu düşünür. Fakat erkek, sadece ve sadece eylem yapmayan nesne sayesinde, ve kadına göre, başka bir deyişle, dışlaşma ve içselleşme ilişkisinden dolayı, ve kendisinin ötekisine göre böyle olabilir. Beauvoir’a göre, kadınların verilmiş olan bu durumu kabul etmemeleri gerekir. Zira ona göre, kadına toplumsal örf, adet ve kurumlar tarafından yüklenen bu ikindi rol, biyolojik, ekonomik ve psikolojik yazgının yüklediği bir rol değildir. Yani, Beauvoir dünyaya kadın gelinmediğini, ama kadın olunduğunu söylemektedir.


Bektaşilik: Hacı Bektaş Veli’nin (1209-1271) düşünceleri çevresinde oluşan tarikat. Senkretist bir yapı arzeden Bektaşiliğin temel özellikleri arasında, en başta dört kapı ve dört inanç tasavvuru gelir. Bunlardan dört kapı, şeriat (İslamın ve Ehli Beyt’in yoluna uymak) tarikat (şeyhe bağlanmak), hakikat (Tanrı’yı tanıma yolu) ve marifet (Tanrı bilgi -sine götüren yol) kapıları, dört inanç ise ibadet, niyaz, adak ve vuslat’tır. Bektaşilikte ayrıca Tevella (Ebu Beyti ve 12 imam) sevmek) ve Teberra (Yezid ve diğer Ebu Beyt düşmanlarına yüz çevirmek) da önem taşır.

Bektaşilik, şamanlıktan izler taşıması, ayrımcılık yapmaması, Anadolu halkının dilini kullanması, açık ilkelerden ziyade, her düşünce ve inançta olan insanların kendilerine göre anlamlar çıkarabileceği üstü kapalı inançlar geliştirmesi nedeniyle Anadolu’nun her yerinde hızla yayılmış bir inanç ve öğreti bütünüdür.
 
Benjamin, Walter: 1892-1940 yılları arasında yaşamış olan Alman düşünür. Yirminci yüzyılın en önemli Marksist estetikçilerinden ve kültür yorumcularından biri olarak görülen ve bir sosyal üretim formu olarak sanatın önemini farkeden ilk kişi olduğu düşünülen Benjamin’in temel ve en ünlü eseri “Mekanik Röprodüksiyon Çağında Sanat Eseri” adlı denemesidir.

Sanatsal üretimin maddi boyut veya yönlerine dair analizi, Benjamin’in çağdaş düşünceye en önemli katkısını oluşturur. Yeni kültürel koşulların yeni sanat türlerini veya formlarını talep ettiği teziyle Frankfurt Okulu’nun görüşlerine çok yaklaşan Benjamin Adorno ve Horkheimer tarafından kültürle ilgili analizlerinin yeterince diyalektik olmadığı gerekçesiyle eleştirilmiştir.

Yöntemi içkin eleştiri, yani teorik ilkelerin, dışarıdan getirilmek yerine, incelenen eserden çıkartılması gerektiğini dile getiren yaklaşımı uygulayan Benjamin’de gelenekle moderniteyi birbirine bağlayan şey yeniden üretim kavramıdır. Ona göre, modern dünyada olup biten şey, edebî veya sanatsal değerle ilgili algılarımızın değişmiş, yüksek sanatla aşağı sanat arasındaki ayırımımızın aşınmış olmasıdır.

Politik, teolojik ve felsefi amaçlara hizmet eden sanatın bir sosyal üretim türü olarak görülmesi gerektiğini söyleyen Benjamin, önemli olanın sanatın ait olduğu zamanın üretim ilişkileri açısından nerede durduğu değil, fakat bu ilişkiler içinde nerede durduğudur. Ona göre, 20. yüzyılda sanat alanındaki en önemli gelişme ve problem, geleneğin çözülmesi ve buna bağlı olarak yok olup gitmesiyle birlikte, sanatın yepyeni biçim ve işlevler kazanmış olmasıdır. Başka bir deyişle, mekanizasyon ve kitlesel üretimin kültür alanına da yayılışındaki ilerici potansiyeli gören Benjamin, öncelikle kültürel eserlerin veya sanat yapıtlarının mekanik olarak çoğaltılabilirliğinin, yüksek kültürün eserlerinin büyülü, ve kutsal kalesini, onları ritüel ve gelenekten koparmak suretiyle, yok ettiğini öne sürer. O söz konusu gelişmeyi, şeylerin evrensel eşitliği düşüncesini benimseyen kitlelerin çağdaş yaşamda giderek artan önemleriyle birleştirir ve bunu potansiyel olarak ilerici. bir şey olarak değerlendirir.

Diğer bir deyişle, teknolojik alandaki büyük gelişmenin, sanat ve kültür için yepyeni imkanlar sağladığını iddia eden Benjamin, fotoğraf ve sinema benzeri sanatların kaydettiği gelişmenin, kitlelerin katılımına açık, onların yararına olan bir sanatı mümkün hale getirdiğini söyler. Ona göre, sanatın mekanik olarak çoğaltılabilirliği, kitlelerin sanata karşı olan tutumlarını değiştirir. Bir Picasso tablosuna karşı takınılan genci tavır, bir Chaplin filmine karşı ilerici bir tepkiye dönüşür.

Sanatın toplum için olduğunda ısrar eden düşünür, ritüel ve propagandanın 1930’lar Almanya’sındaki rolüne gönderme yaparak, sanatın özerkliği veya sanat için sanat üzerindeki ısrarın estetiğin faşizm tarafından politik hayata sokulmasıyla tamamlandığını öne sürer. Bununla birlikte, Benjamin’e göre, geleneğin ve geçmiş kültürün özgürleştirici yönlerini de unutmamak lazım gelir. Nitekim, o bir yandan da, kapitalizmle birlikte yok olup giden geçmişin kurtarılmasını amaçlayan tarihsel maddeciliğin savunuculuğunu yapmaktan hiç geri durmamıştır.


Bentham, Jeremy: 1748-1832 yılları arasında yaşamış olan, yararcılığın kurucusu İngiliz filozofu. Temel eserleri: An Introduction to the Principles of Morals and Legislation [Ahlâk ve Yasamanın İlkelerine Giriş]. Deontology [Deontoloji] ve Science of Morality [Ahlâk Bilimi]; A Fragment on Government [İdare Üzenine Bir Çalışma], The Rationale of Reward (Ödülün Mantığı).

Siyaset felsefesi: Siyaset felsefesini etik görüşüne dayandırmak isteyen Bentham, diğer bir deyişle kişinin kendisine dönük hazlarla, dışa dönük hazlar arasında bir ayırım yapmıştır. Bunlardan binincileri salt hazla ve kişinin kendi mutluluğuyla ilgili iken, ikincileri bir iyilik ifadesi olup, başkalarının mutluluğuyla ilişkilidir. Bireysel mutlulukla en yüksek sayıda insanın mutluluğunun bir ve aynı olmadığının fazlasıyla farkında olan Bentham, bencillikle toplumun iyiliği veya en yüksek sayıda insanın mutluluğu arasındaki uçurumun aşılabilmesi için, iki araçtan faydalanmaya çalışmıştır.

Bu araçlardan birincisi, eğitimdir. Ona göre, insanlar eğitim sayesinde zihinsel melekelerin ve yeterliliklerini arttırır, kendile*rini tam olarak gerçekleştirebilmenin yollarını öğrenir ve böylelikle de, bir kişinin akılcı yollarla elde ettiği mutluluğun başkalarına yönelik sevgi ve hayırseverliği, ötekinin iyiliğini kapsadığını anlayabilirler.

Bentham’da bireyin kendisine dönük ilgiyi toplumsal bir ilgiyle tamamlamanın ikinci yolu kurumsal bir çerçeve yaratmak geçer. Ona göre, insan bencil çıkar ve zorlamaları bu sayede ve kurumsal bir çerçeve içinde, toplum için yararlı amaçlara dönüştürebilir. Liberalizmin en önemli teorisyenlerinden biri olan Bentham, siyaset felsefesinde, yine güçlü bir halk egemenliğinin savunuculuğunu yapmış ve söz konusu egemenliğin tek meclisli yasama organıyla temsilini istemiştir. 0, denetim ve kuvvetler ayrılığı ilkesinin tam çalışan bir demokrasiyi önlemek üzere hazırlanmış aygıtlar olarak değerlendirirken, din konusunda kuşkucu bir tavır takınmıştır. Benthama göre, din ilerlemeyi engelleyen özellikle de entellektüel ilerlemeye set çeken bir kurumdur. Dahası, o dinin inanmayanlara karşı düşmanlık uyandırmak ve bir kast sınıfı yaratıp beslemek suretiyle, topluma sadece sıkıntı verdiğini düşünür. İhtiyaç duyulan şey, dini hoşgörüdür ve bunu sağlayacak tek şey de, bilinemezci bir kuşkuculuktur. Öte yandan, dine çoğunluk yararcı bir açıdan bakan Bentham, onun yararsız olduğunu söylemekten de çekinmemiştir.


Berkeley, George: 1685-1753 yılları arasında yaşamış olan, ve dünyada yalnızca zihin ya da ruhların ve bu ruhların idelerinin varolduğunu, buna karşılık maddenin varolmadığını öne süren; yani modern idealizmin en önde gelen savunucusu, hatta kurucusu olan İngiliz düşünür. Eserleri: The Principles of Human Knowledge [İnsan Bilgisinin İlkeleri] ve Three Dialagues Between Hylas and Philonous [Hylas ile Philonous arasında üç Konuşma].

Temeller: Maddesizci hipotez olarak tanımladığı temel görüşüyle, cansız, atıl maddi tözün varoluşunu yadsıyan Berkeley, bir şeyin var olmak için ya algılanmasını, ya da algılama faaliyetini gerçekleştiren etkin varlık olması gerektiğini öne sürmüştür. Algılanacak şeylere “duyusal nitelikler” veya Locke’dan miras almış olduğu terminolojiyle ideler adını veren, bu duyusal şeyler veya idelerin zihinlerin, tinlerin, algılayan ve irade eden etkin varlıkların dışında hiçbir şeyin varolamayacağını savunan Berkeley’de gerçekten var olan her şey, bir yanda etkin tinler, diğer yandan da edilgin idelerden ibarettir.

Berkeley kendisini bu idealist ya da immateryalist görüşe götüren şeyin, çağdaş bilimdeki yanlışlar, kendisinin kuşkuculuğun, ateizmin ve dinsizliğin temeli olarak gördüğü hatalar olduğunu söylemiştir. Kendisini kontrolsüz akılcılığın aşırılıklarına karşı çıkan biri olarak gören, ve dolayısıyla modern bilim adamlarının sınırsızca bölünen doğru konsepsiyonuna, rasyonalist geometri anlayışlarına ve fiziki dünyayı çekim gücü benzeri şeylerle açıklama teşebbüslerine karşı çıkan, doğa biliminin açıklayıcı olmaktan ziyade, betimsel olması gerektiğini öne süren Berkeley’in felsefesi aşırı antirasyonalist bir bilim teorisi ile birleşen bir tür maddesizciliktir.

Bilgi Görüşleri: Berkeley de, kendisinden önce yaşamış olan Locke gibi, bizim doğrudan ve aracısız olarak algıladığımız her şeyin kendi zihnimizdeki ideler olduğunu, doğuştan düşünceler bulunmadığını, tüm idelerimizin algısal deneyin sonucu olduğunu, ve bilgimizin duyu-deneyi aracılığıyla sahip olduğumuz idelerden türediğini savunmuştur. İdelerden türeyen bilginin tek bir istisnası vardır: Tinsel var]ıklara ya da insanın kendi benine ilişkin bilgi.

Berkeley’e göre, kendi zihnime ya da benime ilişkin olarak doğrudan bir algısal deneye sahip olamadığım, ama doğrudan ve aracısız olarak yalnızca zihnimin çeşitli niteliklerini ya da faaliyetlerini algıladığım için, benim, kendi zihnime ya da benime ilişkin bir ideye sahip olduğum söylenemez. Bununla birlikte, buradan yola çıkılarak zihinden ya da benden söz etmenin anlamsız olduğu sonucuna varılamaz. Çünkü, sonsuz sayıda ideye ek olarak, bu ideleri bilen ve algılayan bir şey, algılama, isteme, imgeleme ve anımsama gibi faaliyetlere ek olarak, bu faaliyetleri gerçekleştiren aktif bir varlık vardır ki, bu da zihin ya da ruh ya da bendir.

İdelerden insan zihninden ya da bir algı eyleminden bağımsız olarak kendi başlarına varolan şeyler olarak söz etmek çelişik olsa bile, bizim birincil niteliklere ilişkin idelerimize benzeyen niteliklere sahip olan nesnelerin insan zihninden bağımsız olarak varoldukları düşünülebilir. Bu teze Berkeley, bir idenin ancak başka bir ideye benzeyebileceği, buna karşın bir ses ya da bir şeklin başka hiçbir şeye değil de, yalnızca başka bir ses ya da başka bir şekle benzeyebileceği karşılığını verir. Dahası, ona göre, biz zihnimizdeki idelerin nesnelerin niteliklerine benzeyip benzemediklerini asla bilemeyiz, çünkü bizim dolayımsız olarak algıladığımız her şey kendi idelerimiz olup idelerimizle bu idelere benzeyen nitelikler ilke olarak birbirlerinden farklı olduklarından bizim idelerimizle bu idelere benzeyen nitelikleri birbirleriyle karşılaştırma imkanımız yoktur.

Metafiziği: Bilginin tek kaynağının algı olduğunu algıda ise bizim yalnızca kendi idelerimizi ya da duyumlarımızı bilebileceğimizi öne süren epistemolojik nitelikli öncüllerden yola çıkarak, yalnızca idelerin ve ideleri deneyimleyen zihinlerin varolduğu ve duyularımız üzerindeki eylemiyle idelere neden olan maddenin hiçbir şekilde varolmadığı şeklindeki ontolojik sonuca ulaşan Berkeley, bununla birlikte tıpkı Lockeun yapmış olduğu gibi nedensel bir algı anlayışı benimseyerek, zihnimizdeki idelere neden olan bir varlığın, yani Tanrı’nın varolduğunu öne sürmüştür. Başka bir deyişle, o maddenin yerine Tanrı’yı yerleştirmiştir.
 
Berkeley’e göre biz algılarımızın, idelerimizin, onlar 1 canlı ve açık oldukları, 2 diğer deneylerimizle uyumlu oldukları, ve 3 insan iradesinin keyfi bir eyleminin sonucu olmadıkları, yani insan zihninde, nedensiz ve temelsiz olarak keyfi bir biçimde yaratılmadıkları zaman gerçek olduklarını kabul eder ve onları fantazilerden, düşsel algı ve idelerden ayırırız. Yani, duyu algılarımız, idelerimiz bize bağlı ve keyfi olmadıkları için, bu algı, duyum ve idelerin insan zihninin dışında bir nedeni olmalıdır.

Başka bir deyişle, madde varolmadığı, varolsa bile, bütünüyle olumsuz ve belirsiz bir biçimde tanımlandığından dolayı, bizim zihnimizdeki idelere neden olamayacak kadar pasif olduğu, ikinci olarak ideler kendi kendilerinin ya da başka idelerin nedenleri olamayacağı ve nihayet bu gerçek ideleri insanın bizzat kendisi yaratamayacağı için, Berkeley’e göre, zihnimizdeki bu idelere, algımızdaki duyumlara neden olan başka bir tinsel varlığın varolması gerekir ki, bu tinsel varlık da Tanrı’dır.

Bu görüşe, bizim tinsel bir varlığı, bir Tanrı’yı algılarımıza, duyumlarımıza, idelerimize neden olurken de, başka bir zaman da hiçbir şekilde tecrübe etmediğimiz söylenerek, duyumlarımıza, idelerimize neden olan bir Tanrı düşüncesinin, en azından niteliklerinin duyularımız üzerindeki eylemi sonucunda bizde algılara, idelere neden olan bir madde düşüncesi kadar keyfi olduğu söylenerek itiraz edilebilir. Böyle bir itiraza karşı Berkeley, bizim tamamen irademize bağlı olarak çeşitli şeyleri çeşitli şekillerde imgelediğimiz zaman, tinsel varlıkların ideler yaratmasına ilişkin bir tecrübeye sahip olduğumuz yanıtını verir. Ve biz tinsel varlıklar olarak kendimizin zihnimizde ideler oluşturma gücüne sahip olduğumuzu biliyorsak, ona göre, bu bilgi başka bir tinsel varlık olarak Tanrı’nın bizim zihnimizdeki idelere neden olmakta olduğu olgusu için sağlam bir temel oluşturur.

Berkeley söz konusu maddesizcilik öğretisiyle ilgili eleştirileri, örneğin insanlar tarafından tecrübe edilen izlenim ya da idelerle özdeşleştirilmesi durumunda doğanın insanların ortaya çıkışlarından önce varolmadığı, ya da bir odanın içinin insan ona baktığı zaman varlığa geldiği, insan ona bakmaktan geri durduğu zaman yok olup gittiği türünden itirazları bertaraf edebilmek için, şu halde, Tanrı’nın evreni varoluş hali içinde tutan her şeyi bilme gücüne müracaat etmiştir. Yani, o ezeli-ebedi olup, her şeyi bilen tinsel bir varlık olarak Tanrı’nın varoluşunu kabul etmek suretiyle, dış dünyanın Tanrı tarafından tecrübe edilen ideler, izlenimler toplamı olduğunu, dış dünyadaki nesnelerin Tanrı’nın zihninde bulunduğunu, onların bizim tarafımızdan algılanmadıkları zaman, Tanrı tarafından algılandıklarını öne sürer.
 
Bernstein, Edouard: Sosyal demokrat siyaset adamı, kuramcı ve tarihçi . Kapitalist ekonominin yakın gelecekte çökeceği ve proletaryanın iktidarı zorla ele geçirmesi gerektiği gibi görüşleri yadsıyarak, Karl Marx’ın koyduğu temel ilkeleri gözden geçirmeye girişen ilk sosyalistlerdendir. Seçkin bir kuramcı olmamasına karşın ‘revizyonizmin babası ‘ olarak adlandırılmış ve özel girişimciliği toplumsal reformla kaynaştıran bir tür sosyal demokrasi öngörmüştür.

Danzig’den gelerek Prusya’nın başkenti Berlin’e yerleşmiş bir Yahudi ailesinin oğluydu. Babası demiryolu makinisti, amcası Aaron Bernstein ise ilerici işçi çevrelerinde çok sayıda okuru olan Berliner Volk Zeitung gazetesinin editörü idi. Bu ortamda pek çok kültürlü Almanın ulusal birlik ve demokrasiye duyduğu özlemi daha genç yaşta kolayca paylaştı. Sevilen ve açıksözlü bir insandı. 1872’de genç bir banka memuru iken Sosyal Demokrat Partiye girdiğini açıkça söylediğinde üstlerinden anlayış gördü. Prusya’nın 1871’de Fransa’yı yenilgiye uğratmasını izleyen çalkantılı yıllar siyasi inançlarının oluşmasında önemli rol oynar. Ama yumuşak kişiliğinden dolayı Radikal Marksizm’den çok dogmatik olmayan pragmatik bir sosyalizme ilgi duyuyordu. Otoriter sayılabilecek Alman Genel İş Derneği karşısında demokratik ve barışçı sosyal demokratları yeğledi.

Partiye girince sosyalist yayın organı Die Zukunft’ta çalışmaya başladı.1890'lara değin süren 1873 ekonomik bunalımı kapitalizmin zayıflığı yolundaki inancını pekiştirdi. Ama onu daha radikal bir tutum almaya zorlayan Şövalye Otto von Bismarck'ın antisosyalist yasaları oldu. Almanya dışına sürülünce İsviçre’ye yerleşti. Die Zukunft’un varlıklı koruyucusu Karl Höchberg'in "ahlakçı sosyalist" görüşlerinden uzaklaştı. Burada gizli sosyalist partinin toparlayıcı odağı durumunda olan Der Sozialdemokratie dergisinin Zürich baskısının editörlüğünü Marx’ın onayıyla üstlendi. 1888’de Bismarck'ın başvurusu üzerine İsviçre’den de sınır dışı edilince derginin yayımını Londra’da sürdürdü. Orada Marx’ın çalışma arkadaşı Friedrich Engels’ın yakın dostu oldu; sosyalizmin adım adım gelişeceğini savunan etkili Fabian Derneği’nin önderiyle de yakın ilişki kurdu. Giderek değişen görüşlerini bir dizi makale ile 1898'de Stuttgart’ta Sosyal Demokrat Parti toplantısına gönderdiği bir mektupla sergiledi. Ertesi yıl Die Voraussetzungen de Sozialismus und die Sozialdemokratie’yi (evrimsel sosyalizm,1891'de) yayımladı.

1901’de Almanya’ya dönen Bernstein reformcu işçi hareketinde giderek gelişen revizyonist okulunun kuramcısı durumuna geldi. Sosyalizmin kapitalist orta sınıfa karşı bir ayaklanmanın doğrudan ve katışıksız bir ürünü değil, insan tutkularının ayrılmaz içsel bir parçası olan liberalizmin nihai sonucu olduğunu savundu. Kapitalizmin hemen çökeceği ve burjuvazinin yalnızca baskıcı bir sınıf olduğu yolundaki görüşten vazgeçti. Ayrıca üretken sanayiinin belirli ellerde toplanmasının her alanda Marx’ın öngördüğü ölçüde eksiksiz ya da daha hızlı biçimde gerçekleşmediği sonucuna vardı. İşyeri yasalarının çıkartılması ve işçi sendikaları üzerindeki yasal kısıtlamaların kaldırılması türünden reformları örnek göstererek, sosyalist hareketten gelen başkaldırı sonucunda sermayenin sömürücü eğilimlerine karşı bir tepkinin geliştiğini öne sürdü. Bütün bunlara dayanarak kalıcı başarının yolunun şiddete dayalı bir altüst oluştan değil sürekli bir ilerlemeden geçtiğini savunmaya başladı.

1902’de Reichsrag’a (parlamento) seçildi ve üyeliği 1928’e değin sürdü . Sosyalist kuramcı Karl Kautsky’nin dogmatik marxizmi ile Alman işçi önderi Agust Bebel'in eklektik Marxizmi giderek etkisini yitirdikçe revizyonizm sosyal demokrasinin ideolojisi durumuna geldi. Ama sınıflararası şiddete olduğu kadar uluslararası alanda da şiddet kullanımına karşı çıkan Bernstein militarizme karşı mücadelede sol kanatla birlikte tutum aldı. Sağ kanat önderleri arasında yer almasına karşın I. Dünya Savaşı sırasında partisinin savaşı desteklemesini protesto etmek amacıyla Bağımsız Sosyalistlerle birlikte davrandı. Ama barış gerçekleşir gerçekleşmez eski konumuna döndü ve Kasım 1918’deki siyasal devrimi toplumsal bir devrime dönüştürmek isteyenlere karşı cephe aldı. Parlamenter cumhuriyetin kesintisiz bir ilerleme yolu açtığını savundu. Savaştan sonra 1919’da ekonomi ve maliyeyle ilgili devlet bakanı olarak görev yaptı.

Sonunda sosyal demokrasi Bernstein’ın 20 yıldır özlemini çektiği büyük bir reformcu halk hareketi durumuna geldi. Artık partisinin saygın bir yol göstericisi olan Bernstein sosyal demokrat programın büyük bölümünün fikir babalığını yaptı. Alman halkını 1917 Rus örneğinden caydırmakta önemli rol oynayan Bernstein, 1922’de İtalyan faşist modelinin Almanya’ya sıçramasını önleyemedi. Nazilerin kanlı saldırılarını, dengesiz kafaların düşüncesiz davranışları olarak değerlendirdi. Nasyonel Sosyalizmin özünü kavrayamadı ve Nazilerin iktidarı ele geçirmesini önlemekte çaresiz kaldı. Bernstein’ın ölümünün (18 Aralık 1932) üzerinden daha altı ay geçmeden , tüm umutlarını bağladığı demokratik devlet, kapılarını Adolph Hitler’in diktatörlüğüne açtı.


Bilgi: 1- Genel olarak, öznenin amaçlı – yönelimi sonucunda, özneyle nesne arasında kurulan ilişkinin ürünü olan şey. Öğrenilen şey. 2- Bir şeyin ayırdına ya da bilincine varma. Bir şeyle aktüel deney yoluyla kurulan yakınlık ya da tanışıklık. 3- Olgu, doğru ya da ödev olarak görülen bir şeye ilişkin açık algı. 4- Biraz daha teknik bir anlam içinde, temellendirilmiş, haklılandırılmış doğru inanç. 5- doğruluğu mevcut öznel ve nesnel koşullarda, gerekli ve yeterli sayılan delillerle te*mellendirilmiş önermelerle ifade edilen bilinç içeriği.
 
Bilim: Dış dünyaya, nesnel gerçekliğe ve bu gerçeklikte yer alan olgulara ilişkin, tarafsız gözlem ve sistematik deneye dayalı zihinsel etkinliklerin ortak adı. Amacı konu aldığı alanda, genel doğruların ya da temel yasaların bilgisine ulaşmak olan bilgi kümesi. Varolan şeylerin mahiyeti ve kaynağıyla aralarındaki ilişkileri konu alan akla dayalı bilgi. Belli bir konusu olan, kabul edilmiş yöntemlere dayanılarak elde edilmiş organize ve rasyonel bilgiler bütünü.


Bilimsel determinizm: Evrensel nedensellik anlayışı; evrendeki her olayın kendisini belirleyen bir nedenin bulunduğunu öne süren yaklaşım.


Bilinç: Genel olarak, insanda farkındalığın, duygunun, algının ve bilginin merkezi olarak kabul edilen yeti. Zihnin kendi içeriklerinin farkında olduğu, içebakış bilinen, duyumları, algıları ve anıları yoluyla ihtiva eden bölümü.


Bir: Var olan her şeyin kendisine öykündüğü, kendisinden pay aldığı ezeli ebedi, yetkin form. Var olan her şeyin kendisinden türediği, sudur ettiği tanrısal varlık. Tanrı, dünya ruhu, mutlak zihin ya da tin.


Bireycilik: Genel olarak, bireylere. bireysel insan varlıklarına ontolojik, mantıksal, metodolojik ve aksiyolojik bir öncelik veren, somut olan gerçekliğini vurgulayan görüş ya da anlayış.

Siyaset felsefesinde, devletin birey için varolduğunu iddia eden, bireyin özgürlüğüne büyük önem veren ve kendisine yeten, kendi kendisini yönlendirebilen bireyi, toplum ve devlet karşısında ön plana çıkartan akım; tüm siyasi örgüt ve toplumsal oluşumların temel ve en yüksek amacının bireyin, kişinin haklarını korumak, bağımsızlığını güvence altına almak ve gelişimini hızlandırmak olduğunu savunan anlayış.

Esasen 18. yüzyılda, klasik ekonomi politiğin yükselişiyle anlam ve önem kazanan bir öğreti olarak bireycilik, bireylerinin dı*şındaki bir gerçeklik olarak toplumun varoluşunu yadsıyan, Özgür bireylerin ekonomik alandaki rekabetlerinin yararlı sonuçlarını vurgulayan, işbölümünün gelişimiyle birlikte, rollerde söz konusu olan çeşitlenmeyle, bireysel farklılıklara özel bir önem atfeden görüştür. Bireyciliğe göre devlet, bireylerin kendi amaçlarına ulaşmak için kullanmak durumunda oldukları bir araçtır ve hiçbir zaman kendi içinde bir amaç olamaz. Toplum bireysel üyeleri için var olur.

Ekonomi alanında, serbest rekabeti, teşebbüs özgürlüğünü temel alan liberal anlayış.


Biyo-iktidar: İktidar kavramının modern yorumlarına karşı çıkan Foucault’nun önerdiği yeni ve alternatif iktidar kavramı.

Yönetici sınıflarda demir attığını ve doğası gereği baskıcı olduğunu öne süren modern iktidar teorilerini reddeden, modern ik*tidarın teorileştirilmesinde kullanılan iki temel modeli, hukuki ve ekonomik modelleri şiddetle eleştiren Foucault’nun öne sürdüğü biyo-iktidar kavramı, baskıcı değil de, üretken olan bir iktidarı tanımlar. Biyo-iktidar, güçleri önleme, tahrip etme ya da tâbi klima amacı güden bir iktidardan ziyade, gücü yaratmaya, potansiyel güçleri aktüelleştirme, varolan gücün gelişimini sağlamaya ve düzenlemeye eğilimli bir iktidardır.

Foucault’ya göre, biyo-iktidarın ilk tarzı veya birinci şekli, insan bedenine dair bir anatomi politikası ihtiva eden disipliner iktidardır. Oysa, biyo-iktidarın disipliner iktidarın ardından ortaya çıkan ikinci tarzı, bireyin değil de, türün bedeni üzerinde yoğunlaşır. Burada artık rejimler ırkın yaşam ve beka müdürleri haline gelmiştir.
 
Bloch, Ernst: 1885-1977 yılları arasında yaşamış ünlü Alman düşünür. Temel eserleri: Geist der Utopie [Ütopyanın Ruhu], Das Prinzip Hoffnung [Umut İlkesi], Abriss der Sozialen Utopien [Sosyal Utopya Taslağı].

Genç yaşta sosyalizmi benimsemiş ve Georg Simmelle Weber’in öğrencisi olmuş olan Bloch, en çok inanç sorunu ve Ütopya konusu üzerinde durmuştur. Ortodoks Marksizmin baş hedeflerinden biri olan Bloch, ütopyaların hep varolduğunu ve varolması gerektiğini öne sürmüştür. Ona göre, bir sosyal ütopya, yabancılaşma olmak bir tarafa, insanın bilinçlenmesine yardımcı olan en önemli temel olup, ona bütünsel bir tarih görüşü kazandırır.

O işte bu bağlamda, tarihin sonunun geldiği’ tezine, insanlığın mevcut durumunun olumlanmasını talep ettiği için, bir burjuva sapkınlığı olduğu gerekçesiyle şiddetle karşı çıkmıştır. Bloch’un buna karşı getirdiği alternatif bir umut ilkesi, daha iyi bir dünya, baskı ve sömürünün olmadığı bir dünya imkanını içeren bir gelecek felsefesidir.


Bodin, Jean: 1530-1596 yılları arasında yaşamış Fransız iktisatçısı ve politik filozofu. Temel eserleri: Methodus ad Facilem Historiarum Cognitonem [Tarihi Kolay Kavramanın Yöntemi]; Six Livres de la Republique [Cumhuriyet Üzerine Altı Kitap].

Bodin, felsefesi egemenlik kavramı üzerinde yoğunlaşan bir siyaset filozofu olmakla birlikte, öncelikle tarih alanındaki görüşleri ve araştırmalarıyla ün kazanmıştır. Daha doğrusu, o politikanın doğasıyla ilgili olarak kuşatıcı bir empirik resme ulaşabilmek için, tarihsel karşılaştırmaları kullanmış ve bu bağlamda, “eskilerin öteye beriye, şuraya buraya dağılmış yasalarını bir araya getirip bir sentez yapmamızı sağlayan şeyin” tarih olduğunu söylemiştir. Ona göre, tarih en iyi politik rehber olup, “evrensel hukuğun en iyisi, tarihin bağrında saklıdır.”

Bir mutlakiyetçilik teorisyeni olup Hobbes’u birçok bakımdan önceleyen Bodin, devletin kiliseden bağımsızlaşması sürecine de önemli katkılar yapmıştır. Egemenlik kavramını ayrıntılı olarak inceleyen Bodin, egemenliğin sürekli olması ve iktidarı hayat boyu kullanan hükümdarların vicdanına bağlı bulunması gerektiğini düşünmüştür. Ona göre, üç tür yönetim tarzı vardır: Demokrasi, aristokrasi ve monarşi. Bodin bunlardan en iyisinin monarşi olduğunu söyler. Daha doğrusu, Bodin için ideal devlet, gene1m iyiliği için aristokratik ve demokratik yönetim yapılarını kullanan monarşik devlettir.

Zira doğaya ve doğanın yasalarına en uygun olan rejim monarşidir; monarka yardım etmek üzere, en yetenekli kimselerin en iyi bir biçimde seçilebilmesini yalnızca monarşi sağlar. Başlıca amaç adalet düzeninin kurulmasıysa eğer, “soylularla sıradan insanları” gerçek bir toplumsal birlik içinde bir araya getirmeyi mümkün kılan biricik rejim, Bodin’e göre, yine monarşidir. Bodin’in istediği, özlediği mutlak monarşi, keyfi bir yönetim tarzı değildir, çünkü onda vergileri kabul ya da reddeden bir parlamento, korporasyonlar kurullar ve hükümdarla uyruklar arasında bir dizi ara kuruluş, vardır.


Bolşevizm: 20. yüzyılın ilk çeyreğinde, bir grup Rus devrimcisi ve özellikle de Lenin tarafından geliştirilmiş olan, ve proletaryanın iktidarı ele geçirmesinin, devrim için gerekli tüm nesnel koşullar gerçekleşinceye dek ertelenemeyeceğini; iktidarın yasal yollarla, parlamentoda çoğunluk sağlanarak değil de, güç yoluyla ele geçirilmesini; proletarya diktatörlülüğü bir kez kurulunca, bunun yalnızca burjuva sınıfına karşı değil, fakat ekonomik sistemin sosyalizasyonunu hızlandırmak için kullanılması gerektiğini savunan özel Marksist öğreti.


Brahmanizm: Eski Hindistan’da, Vedanta sisteminden türeyen ve adını rahipler sınıfı Brahmanlarla kişisel olmayan dünya ruhu Brahman’dan alan felsefi, teolojik ve ahlâki düşünceler bütünü. Vedaları vahiy mahsulü kutsal kitap olarak kabul eden ve ruh göçüne yer veren söz konusu dini inanca göre, Brahman bütün tanrısal güçlerin üstündeki ezeli ve ebedi Tanrı’dır. Brahman, eşyanın kaynağı olduğundan, ebedi mutluluk Brahman’da yok olmaktır.


Budizm: Hindistan’da, M. Ö. 5. yüzyılda Siddhârta Gautama, yani Buda (Aydınlanmış kişi) tarafından kurulmuş olan dinifelsefi akım. Her şeyin fâni ve boşluktan ibaret olduğuna inanan kötümser ve panteist bir din.
 
Budizm, başlangıçta yalnızca ahlâki düşünceler ve bir tür yoga hayatı ya da düzenli ve disiplinli bir yaşam anlayışı ile sınırlan*mış ve daha sonra, kutsal kast ayrımlarına, Tanrı‘ya tapınma biçimlerine ve kurban törenlerine dayanan Hinduizmden ayrılarak, aynı zamanda felsefi bir akım şeklinde gelişmiştir. Maddenin ebediliğini savunan Budizme göre, varolan her şey, Tanrı’nın hiçbir müdahalesi olmadan, mekanik yasalara uygun olarak maddeden meydana gelir. Evrende ne varsa, bu şekilde varlığa gelir. Ruh da, bu yasalara tâbi olmak durumundadır. Başka bir deyişle, Budizm, varlık görüşünde bireylerin, canlı varlıkların ezeli-ebedi bir ruhları olmadığını savunur. Bir Yaratıcının varolmadığına inanan Buda’ya göre, kötülükle acının varoluşu bir yaratıcıya duyulacak inancın önünde aşılmaz bir engel oluşturur.

Budizmin iki türü vardır: Hinâyâna ve Mahâyâna. Bunlardan birincisi, yani eski Budizm, bireyleri bu dünyanın sıkıntı ve ıstı*raplarından kurtarmayı amaçlar. Yani, o önce bireyin yazgısını ve kurtuluşunu dikkate alır. Buna göre, acı çekmekten kurtulmanın tek yolu, yaşamdan el etek çekerek, Nirvana’ya ulaşmakla elde edilebilecek olan ahlâk yetkinliğidir. Buna karşın, Mahâyâna adı verilen yeni Budizm, bireyden çok tüm insanlığı, yani bütünü dikkate alır. Bu anlayışa göre, büyük borç gerçekte tüm insanlığa hizmet ettikten sonra ödenmiş olacaktır ve bireyin yalnızca kendisini kurtarmasının hiçbir önemi yoktur.


Burjuva Devrimi: En yalın anlamı içinde, tarihsel olarak 1789 Fransız Devrimiyle özdeşleştirilen, ve, ekonomik etkinlikleri toprak sahibi aristokrasinin uyguladığı politik kontrol tarafından önemli ölçüde engellenen burjuva sınıfının siyasi kontrolü ve iktidarı ele geçirme hareketi.

Biraz daha genel bir anlam içinde, modern dünyayı yaratan, Batı’da onyedi ve onsekizinci yüzyıllarda sivil toplum olarak bilinen ekonomik toplumu doğuran ve dolayısıyla sacayaklarından birinde kapitalizm. ikincisinde modern devlet ve liberal demokrasiyle, sonuncusunda bilim bulunan genel hareket. Geleneksel toplumdan modern topluma geçişi sağlayan çok temelli dönüşüm süreci.


Burjuvazi: Geniş bir çerçeve içinde, modern Avrupa toplumunun, yeni kapitalist sistemde girişimci olarak ortaya çıkan ve böylelikle eski ekonomik sistemin egemen sınıfının olduğu kadar, yeni endüstri düzeninin işçi sınıfının da karşısında yer alan orta sınıfını; kapitalist toplumda, orta ya da daha çok yönetici sınıfı göstermek için kullanılan terim.

Biraz daha özel anlamı içinde ise, burjuvazi, ekonomik bakımdan gelişmiş olan ülkelerde ya da endüstri toplumlarında, üretim araçlarıyla, bunların üretimi için gerekli olan hammadde ve araçları, yani makinaları ve fabrikaları mülkiyetlerinde bulunduranların meydana getirdiği sınıfı tanımlar. Buna göre, üretim araçlarının sahibi ve ücretli emeğin işverenlerinden oluşan ve bu anlamıyla ekonomik olarak hakim sınıf olup, aynı zamanda devleti ve kültürel üretimi kontrolü altında bulunduran burjuvazi, işçi sınıfının karşısında ver alır ve onunla çatışma içinde bulunur.


Burke, Edmund: 1729-1797 yılları arasında yaşamış olan ünlü İngiliz devlet adamı ve filozofu.
 
Temel eseri Reflections on the Revolution in the France [Fransa’daki Devrim Üzerine Düşünceler] olan Burke, insanın duygusal ve ruhsal yaşamının evrenin genel düzeniyle uyum içinde olduğunu, toplum ve devletin, insanın yeteneklerinin eksiksizce geliştirilmesine imkân sağladığını, ortak çıkarlara hizmet ettiğini savunmuştur. O muhafazakâr düşünüşün en önemli temsilcilerinden biri olup, Fransız Devrimine şiddetle karşı çıkmış ve İngiliz sisteminin erdemlerini savunmuştur. özellikle, Devrim hareketinin rasyonalist ve idealist havasına karşı çıkan düşünür, devrimin manevi ateşiyle, siyasi yapının yeniden kurulmasına yönelik projelerin, geleneklerin ve geçmişten miras kalan değerlerin yıpranmasına ve maddi manevi kaynakların tahribine yol açtığım söylemiştir.

Sisteme ve soyutlamaya da karşı çıkan, somut ve belirli sorunları tedricen ve yasalara uygun bir tarzda çözmekten yana olan Burke, liberal ve tutucu Whig aristokrasisiyle olduğu kadar halk kitlelerinin taşkınlıkları ve saray entrikalarıyla da mücadele etmekten geri durmamış ve yaşadığı dönemde İngiliz siyasi hayatının istikrar kazanması sürecine önemli katkılar sağlamıştır.

Bürokrasi: Bir toplumda tabandan yukarıya doğru çıktıkça daralan bir yapı içinde örgütlenmiş olan, kişisel olmayan genel kurallar ve işleyiş ilkelerine göre çalışan profesyonel gönüllüler grubu.

Siyasi iktidarı ellerinde tutan kişilerin seçilmiş olmalarına karşın, bürokratlar, seçilmiş değil de, bir işi yapmaya memur edilmiş, bir göreve atanmış profesyonel görevlilerdir. Bürokrasiyi belirleyen iki temel özellik, oldukça gelişmiş bir işbölümü ve görevlerde uzmanlaşmadır.

Çağdaş siyaset felsefesinin bürokrasiyle ilgili en temel sorusu, bürokrasiden vazgeçilip vazgeçilemeyeceği sorusudur. Çünkü, günümüz toplumlarında faaliyet alanları, kurumlar ve iş bölümü çok fazla arttığı için, modern toplumlar giderek artan ölçülerde bürokratlaşan toplumlar haline gelmişlerdir. Bundan dolayı, bazı düşününler bürokrasinin işte bu durumun sonucunda, siyasi bir egemenlik sistemi olarak ortaya çıktığını iddia etmişlerdir. Buna göre, bürokrasi artık devletin işleyişindeki vazgeçilmez bir araç olmaktan çıkıp, egemenliği elinde tutan grup haline gelir. Yine, bu durum, halk egemenli*ğinin temsilcileri olan seçilmiş milletvekilleri ile atanmış bürokratlar arasında bir karşıtlık doğurur. Bundan başka, bürokrasinin kırtasiyeciliğine, yetersizliğine ve araçlarla amaçları birbirine karıştıran yaklaşımına işaret edilmiştir.


Büyük patlama: Evrenin oluşumunu açıklamada kullanılan bir teori türü.
 
Teoriye göre, evren günümüzden en az on milyar yıl önce, çok yüksek sıcaklık ve yoğunluktaki bir yapıdan büyük bir patlama sonucu oluşmuş olup, bu yapıdan, söz konusu patlama ve genişleme sonucunda, en hızlı hareket eden kütleler en dışta, daha yavaş hareket edenler ise en içte olmak üzere, bir yayılım başlamıştır. Söz konusu evren modeline göre, patlama ve genişleme süreci 1020 milyar yıl kadar sürmüştür ve hala sürmektedir.

Büyük patlama teorisi, evrenin, ilk çağlarında, çok yoğun, çapı Güneşin çapından 30 kat fazla, küre biçiminde bir hacim içine sıkışmış olarak bulunduğunu söyler. Patlama modeline göre, ısı çok yüksek olup, bir milyar derecenin üstündeydi ve atomlar proton, nötron ve elektronlarından tümüyle soyulmuş halde bulunuyorlardı. Bu ilk devirde, en büyük rolü, bütün uzayı doldurmuş olan ışınım oynamaktaydı. Madde atomları çok az idi ve güçlü ışık kuantumları ile fırlatılıyordu. Yaklaşık bir saat sonra, ısı bir milyar dereceye, otuz milyon yıl sonra da birkaç bin dereceye düşmüştü.

Evrenin oluşumunu açıklayan bu modele göre, patlamanın ilk saniyelerinde sıcak gazlar oluşmaya başlamış olmakla birlikte, otuz milyon yıl içinde, belli bir atom partikülü oluşmamıştı. Bu gaz-kütle soğumasını sürdürdü ve birkaç bin dereceye düştü. İşte bu sırada atomlar oluşmaya başladı. Duman halinin bu anında, toz gaz bulutları içinde ilk olarak hidrojen ve helyum bulunmaktaydı. Sonra çekim kuvvetinin etkisiyle, belirli toplanımlar oluşmaya başlamıştır ki, bunlar galaksileri meydana getirecek olan gaz kütleleridir.

Campanella Tommaso: 1568-1639 yılları arasında yaşamış olan Ünlü İtalyan düşünür.

Campanella, siyaset felsefesi alanında ise yaşadığı dönemin İtalya'sındaki bozukluklardan yola çıkarak bir ütopik devlet anlayışı geliştirmiştir. Başka bir deyişle, o zamanının İtalya’sındaki toplumsal düzenin iyileştirilemeyeceğine inanmış ve her bakımdan mükemmel olduğuna inandığı yeni ve yetkin bir toplumsal düzen tasarlayarak, toplumun kurtuluşunun Güneş Ülkesinin toplumsal düzeni yasama geçirildiği takdirde mümkün olacağını savunmuştur.



Camus, Albert: 1913-1960 yılları arasında yaşamış olan Fransız düşünür ve romancı. Temel eserleri: La Chute [Düşüş]. L’Homme Revolte [Başkaldıran İnsan], La Peste [Veba].

Düşünsel gelişimi iki ayrı döneme ayrılan Camus, birinci dönemde, dünyanın saçmalığı ve yaşamın anlamsızlığı konuları ve dolayısıyla, saçma kavramı üzerinde, buna karşın ikinci dönemde başkaldırı konusu ve buna bağlı olarak, dünyanın anlamsızlığına başkaldırmak, toplumu değiştirmek, kötülükleri gidermek ve daha iyi bir düzen kurmak amacıyla eylemde bulunma temaları üzerinde durmuştur. Ona göre, dünyanın saçmalığına, kaçınılmaz yenilgiyi bile bile kötülüklere karşı çıkmak, yaşama anlam katmaktan başka bir şey değildir.

Felsefesi tümüyle etik bir çizgide gelişmiş olan Camus, felsefe tarihinin geçmişinden kalan spekülatif sistemlerden hiçbirinin insan hayatı için bir rehber olma rolü oynayamadığı gibi, insanın sahip olduğu değerlerin geçerliliği için de bir teminat sağlayamadığını söyler. Başka bir deyişle, insanın daima dünyanın değerleri, kişisel idealleri ve doğru ve yanlışa dair yargıları için bir temel sağlamasını istediğini söyleyen, dünyanın insana ve insani özlemlere kayıtsız oluşunu; mutlu olmak isteyen, mutluluk isteğini yüreğinin en derinlerinde hisseden insanın dünyanın akıldışı sessizliğiyle çarpışması durumunu saçmalık (absurdit) olarak değerlendiren Camus’ye göre, geçmiş çağlarda benimsenmiş olan ahlâki tavırlar, insanın mutluluk özlemi ve başkaca etik idealler, insani değerlerle gerçekliğin doğası arasında belli bir uygunluk ya da ahenk bulunduğu inancına bağlıydı. Buna göre, ahlâki ayırımları geçerli kılan dış destekler geçmişte teleolojik bir dünya görüşü, ama özellikle de din tarafından sağlanmaktaydı. Modern dönemde dini inancın çöküşünün ardından doğan boşluk, onun “laik dinler” adını verdiği ilerlemeci tarih felsefeleri tarafından doldurulmuştur. O, Hegel ‘le Marx’ın, insani değerleri gerçekliğe bir tarihsel gelişme ve ilerleme öğretisiyle bağlamaya yönelik teşebbüsler olarak yorumladığı tarih öğretilerinin iflas ettiğini söyler.

Bu saçma görüşünden de mutlak bir nihilizmin çıkması kaçınılmaz olmakla birlikte, Camus bu yola girmekten ısrarla sakınmış ve modernliğin sonucu olan nihilizm batağında boğulmak yerine, saçma deneyiminden bir başkaldırı etiği ve hatta bir dayanışma bilinciyle bir duygudaşlık ahlâkı türetebilme uğraşı içinde olmuştur.

Fakat o, yeni bir etik formüle etmeye kalkışmazdan önce, saçmadan kaçmanın gerçekte kabul edilemez olan sözde yollarının çözümsüzlüğünü göstermenin kaçınılmazlığını vurgulamıştır. Camus’ye göre, saçmanın tahammül edilmez ve hatta dehşet verici bunaltısıyla yaşayamayan insan, saçmalığın yol açtığı mahkumiyetten kurtulabilmek için birtakım çareler arar. Saçma, bir tarafına insanı, diğer yanına ise dünyayı yerleştireceğimiz iki terim ya da kutuplu bir ilişki veya böyle bir ilişkinin sonucu olan durum ya da yaşantı olduğundan saçmayı ortadan kaldırmanın bilinen iki yolu vardır: Kutuplardan biri ya da diğerini ortadan kaldırmak, yani ya insanı ya da dünyayı yok etmek. Camus bunlardan her ikisini de, birine tinsel ya da felsefi, diğerine ise fiziki adını vererek, intihar şeklinde tanımlar.

İntiharın her iki durumda da asla bir çözüm olamayacağını, tam tersine insanın saçmaya teslimiyetini teyit ettiğini savunan Camus’a göre, insan insani durumundan, yazgısından kaçmak, saçmadan bir şekilde sıyrılmaya çalışmak yerine, kaderine dürüstçe boyun eğmeli; insani durumuna bir yandan başkaldırırken, bir yandan da onu tüm sonuçlarıyla birlikte, yüce gönüllülük içinde kabul etmelidir. Bunu yapan insan hiç kuşku yok ki saçma bir insan, fakat aynı zamanda bir kahramandır; onun hayatı da, değerin olmadığı bir dünyada, ahlâklı ve erdemli bir hayattır. Zira Camus, saçma bilincinin, hayatın saçmalığının mutlak bir saydamlık içinde farkına varmanın, insanı üç temel erdeme götürdüğünü söyler: Başkaldırı, özgürlük ve tutku.

Bunlardan başkaldırı, insanın anlamdan yoksun bir dünya içindeki durumuyla ilgili çıplak hakikate direnmesi veya meydan okuması anlamına gelir. Hem bilinci ve hem de akıldışı dünyayı koruyan, biri olmazsa diğerinin de olamayacağını gösteren, hayata hem gerçek değerini veren, hem de ona meydan okuyan bir araç olarak başkaldırı saçmayı yaşatır. Başkaldırı, ona göre, bir değer oluşturma faaliyeti olup, insanın kendisini aşmasını sağlar. Umutsuz olsa da, hiçbir şekilde teslimiyet içermeyen bu direniş ve başkaldırı, bundan dolayı insan hayatına belli bir büyüklük ve mana kazandırır, onu değerle bezer: “Bir başkaldırma davranışında birbiriyle ilişkisi olan üç değerin ortaya çıktığı hiç olmazsa kesin bir gerçektir. Birincisi, saçmaya karşı başkaldırma bir insanın yeniden kendi kendini buluşudur. Başkaldırma insana içinde önemli saydığı bir parçanın varlığını açıklar, o bu parça ile bir insan varlığı olarak kendi özünü tanır, ve onun adına varlık saçmalığının karşısına dikilir. İlk çıkan değer insanın birey olarak değeri, yalnız böyle bir davranışın gösterebileceği ve uygulayabileceği insan güçleridir. Ancak birey bu değerin onu bir insan varlığı, insanlığın bir parçası durumuna getirdiğini görmüştür. Böylece başkaldırma kişisel alınyazısını aştığı gibi, genel olarak insanın niteliğini de aşacaktır. Sonuçta, evrensel insan niteliğine benzeyen bir şey de başkaldırmanın ortaya çıkardığı ikinci değerdir.” Bu, Camus’ye göre, üçüncü değere, yani insanlar arasındaki dayanışmaya götürür. O işte tam olarak burada ünlü Kartezyen formülün yerine kendisininkini koyar: “Başkaldırıyorum, o halde varız” der ve durumu şöyle özetler: “Başkaldırma her ne kadar, hiçbir şey yaratmadığı için ilk görünüşte olumsuzsa da, derinden derine olumludur, çünkü insanda her zaman için korunması gereken öğeleri ortaya çıkarır.”

Saçmayı kabul edip tanıma, ikinci olarak insanı alışkanlık ve uzlaşımdan kurtarır; insan bu sayede en azından içsel olarak özgürleşir ve her şeyi yeni baştan ve yeni bir ışık altında görmeye başlar. Özgürlüğünün bilincine varan, saçmaya ve insani sınırlara bağlı özgürlüğü tadarı insanın, başka bir deyişle, bu dünyadaki durumunda ve hayatı yaşama şeklinde artık eskisinden farklı bir tarz ortaya çıkar: “Bu yeni durum, yarın diye bir şey olmadığı için, mevcut anı yaşama ve bu yaşamayı arıların birbirini takip edişi içinde gerçekleştirme, hayata bağlanma biçiminde dur. Bu istek, şimdiki anı ve birbirini takip eden anları yaşama isteğidir.

Camus tutkuyla da, saçmalıktan kaçmak yerine, onu mutlak bir açıklıkla karşılamayı, saçmayla tam bir bilinç saydamlığı içinde hesaplaşmayı, hayatı olabildiğince yoğun bir biçimde yaşamayı anlatmak ister. Başka bir deyişle, insan kısa olan hayatını en iyi şekilde değerlendirmeli ve bu dünyadan ibaret olan ülkesinde hiç zaman yitirmemelidir. İnsanın hazır bulduğu değerler bulunmadığına, evrensel bir ahlâk sisteminden bahsedilemeyeceğine göre, önemli olan somut ve bireysel hayattır; iyi yaşamak değil, fakat çok yaşamaktır. Saçmanın farkına varan ve ölüm bilincine ulaşan insan, tecrübelerinin niceliğine önem vermek, deneyimlerinin niceliğini en üst düzeye çıkarmak durumundadır.
 
Camus’nün bu erdemleri örnekleyen, kendisinin salık verdiği hayatı yaşayan, onun saçma insanı ve hayatını karakterize eden kahramanı Sisyphos‘tur. Sisyphos, Yunan mitolojisinin yalancı, düzenbaz, tanrılardan kaçan, onları hor gören, tanrılar ta*rafından, bir daha böyle işlere kalkışacak zaman bulamaması için, bir kayayı hiç durmadan bir dağın tepesine çıkarmaya mahkum edilmiş kahramanıdır. Buna göre, Sisyphosun temsil ettiği saçma insan, saçmayı kabul etmekle birlikte, ona meydan okuyarak yaşayan insan, Tanrı’sız insandır; o, Tanrı’sız olduğu için de, yarınsız ve umutsuz insandır. Onun kendine ait birtakım doğruları vardır, elbet. Bu doğruların en belli başlıları, ölümün bir son olduğunun bilinmesi, insan için biricik hakikatin saçma olduğunun farkına varılması, asla boyun eğilmemesi gereken bir alınyazısına sahip olunması, umutsuzluk ve kötülüktür. O, bu doğruları dürüstlükle kabul eden, saçmayı anlayan, ama kaderine de hiçbir şekilde boyun eğmek istemeyen biridir. Bütün bu olumsuzluklara rağmen, ölümü değil, fakat hayatı seven ve kendini başkaldırıda doğrulayan ve olumlayan insan, işte o saçma insandır. Saçma insan yaşanmaya değmeyecek bir hayatı kendisi ve başkaları için yaşanmaya değer bir hayat haline getirmeye çalışan bireydir. O kendini çeşitli alanlarda ve çeşitli şekillerde gerçekleştirmeye çalışarak mutlu olmanın yollarını arar.

Bununla birlikte, saçma insanın mutluluk özlemi kendisine yabancı bir dünyada boşluğa çarpar. O başkalarına ve dünyaya yabancı olduğu için tek başına, yapayalnızdır. Dolayısıyla, o saçmalığın farkındadır ve gideceği başka bir yer yoktur. Yani, o içgüdüsel olarak mutlu olmak isteyen, hayatının sınırsız olarak sürmesini özleyen, başka insanlarla ve dünyayla ilişki kurmaya çalışan, ama bu isteklerinin gerçekleşmediğini gören, bu durumu bütün açıklığıyla karşılayan ama bu durum karşısında, tıpkı kayayı her seferinde tepeye çıkarmak için ölesiye bir mücadele veren Sisyphos gibi, ne yapabileceğini araştıran insandır. Onun durumu bu haliyle hem saçma ve hem de trajiktir. Gerçekten de Camus’ye göre, Sisyphos’un durumu dünyadaki insanların durumudur. Bununla birlikte, Sisyphos’u yücelten şey, onun durumunun bilincinde olmasıdır. İşte durumu trajik hale getiren şey de, söz konusu bilinçtir. Sisyphos, saçma ve trajik durumuna rağmen, mutludur, zira yazgısını kabullenmiş olup, durumunu bilir. Mutlu olmak için zaten saçmaya gerek vardır: “Bir tek dünya var, yalnızca. Mutluluk ve uyumsuz [saçma] aynı yeryüzünün iki oğlu. Birbirlerinden ayrılamazlar.”

Camus bizden Sisyphos’un mutlu olduğunu düşünmemizi ister, çünkü o başkaldırabilmiş, cezasını kendi kaderi yapmış, kayayı kendi kayası haline dönüştürmüş birisidir. “
 
Back
Yukarı